Hatice Çoban: İbrahim’in doğaya, insana sevgisi ve bağlılığı onur duyacağımız bir şey

”Dağa gittiği duyuldu. Yakın akrabalara söyleyince açığa çıktı. Annemin en yakın akrabaları, dayımlar bile bizimle konuşmamaya başladı. Mahalledeki komşular gelip gitmeyi bıraktı. Herkes ilişkisini kesti bizimle. Uzun yıllar büyük tecrit yaşadık…”  

 

Eylem Kahraman/ Yeni Özgür Politika

Nereye giderse gitsin hep Dersim’e döner Atakan Mahir. Ne belediye başkanı olmakta vardır gözü ne de başka bir şeyde. Bir ekmek aldığı kapıda hakikati paylaşmak, birbirinden öğrenmektir tek amacı. Kaynağın güçlülüğünün kokusunu ve tadını alarak yaşar her gününü.

11 Ağustos 2018’de Dersim’in Pülümür ilçesinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren Atakan Mahir’in (İbrahim Çoban) ablası Hatice Çoban ile yaptığımız röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

“Soğuğu sevmiyorum

gör ki Munzur’a düştük

dayanırım dayanırım…”

 

Kod adı Atakan

Genelde askerlerin ve memurların tercih ettiği kod adı pek de sevilen, rağbet gören bir isim değildir. Bu konuda çok eleştiri alır. “Korkarım ki şehit düştüğünde hiçbir gerilla senin adını almak istemeyecektir” bile denir. Katıldığında o yıl bir kaza sonucu yaşamını yitiren Dr. Mahir’in ismini almak ister aslında, ancak başka bir arkadaşı da (Şerif Yalçın) bu adı istediği için hem ondan bir yaş büyük olmasından hem de Dr. Mahir’i görmesinden dolayı ismi ona bırakır. Mahir’in şehit düşmesiyle onun adını da ekler adına ve Atakan Mahir olur. 

Onun geleceği için

Atakan abisinin ilk çocuğudur. İbrahim dağa gittiğinde yeğeni Atakan henüz birkaç aylıktır. Evdeyken kucağından indirmez yeğenini. Ders çalışırken bile göğsünde yatırır. Annesi ağlamasını durduramadığında İbrahim’e verir çocuğunu sustursun diye. Küçük bebeğe kitaplar okur, sakinleştirir. Aileyi ikna etmek için çabalarken çok sık örneklendirir yeğenini. “Kimin için gidiyorsun? Neyin eksik? Bak işte her şeyimiz var. Mesleğini yaparsın. Sana büro da açarız. Kürtlerle ilgili davalarla ilgilenirsin. Mahkemelerde onlara yardımcı olursun’ dendiğinde bebek Atakan’ı işaret ederek “onun geleceği için gidiyorum” der her defasında.

Herkes ilişkisini kesti

Katılımını nasıl karşıladıklarını soruyorum. “Güneybatılı ailelerin tamamında oluyor mu bilmem, ama bizde çok zor karşılandı. Eve gelmediği zaman diliminde iç sesimiz bize gittiğini söylüyordu. O telefonun gelmesiyle netlik kazandı bu. Evde her gün ağıtlar yakılıyordu. Ağlama her gün vardı. Ailenin bir ferdi ağladığında mahalledeki komşularımız duymasın diye pencereleri, kapıları kapatırdık ki sesimiz dışarı gitmesin. Çok açık bir aileydik. Bizimle tanışanlar kısa sürede ailemizde ne olup bittiğini bilirdi. Özelimiz, sırrımız yoktu. Her şeyimiz açıktı. Bu bizim ilk gizlimizdi. Kime nasıl söyleyeceğimizi bilemedik. Tabii ki duyuldu. Yakın akrabalara söyleyince açığa çıktı. Annemin en yakın akrabaları, dayımlar bile bizimle konuşmamaya başladı. Mahalledeki komşular gelip gitmeyi bıraktı. Herkes ilişkisini kesti bizimle.  

Büyük tecrit yaşadık

Evimizle durak arasında üç sokak vardı. Ben ve diğer kardeşim moda ile uğraştığımız ve modanın yarısını da kendi üstümüzde uyguladığımız için çok bakarlardı bize balkonlarda, pencerelerde. Bilirdik yani bize bakıldığını. Mahalleye göre çok gösterişli giyinirdik mesleğimiz gereği. Bize hiç bakmadılar artık. Balkonlara çıkmaz oldular. Bizi gören perdesini kapatmaya başladı. Evimiz basılırdı, yüzlerce polis sokağımıza dolardı. Bazen gün içinde evimizin üç kere basıldığı olurdu. Yandaki evler, karşı komşular pencerelerini açmazdı. İnsanlar bize perdelerin arkasından bakardı. Büyük bir tecrit yaşadık uzun yıllar” diye yanıtlıyor ve ekliyor: “O mahalleyi terk etmedik. O ev orada eski bir gecekondu olarak duruyor hâlâ. Annem yaşlılıktan dolayı başka bir şehirde oturuyor şimdi. Onu ve babamı o evden çıkarmak çok zor oldu. ‘Çocuklar bu eve dönecek. Adres olarak burayı biliyorlar. Ararlarsa burayı, bu evin telefonunu arayacaklar’ deyip ayrılmadılar hiç o evden.”  

‘İyi ki Dersim’ dedim

Gerillaya katıldığı Dersim’e sevdalıdır Atakan. Gitmeleri tekrar kavuşmak umuduyladır hep. Üç kere gider ve döner her seferinde de. “Dersim’den kopulmazmış, sadece ayrılınırmış” diye dile getirir bu kente duyduğu sevgiyi. “Ben Dersim’de katıldım. Bu katılım bana ikinci doğuş gibi geliyor hep. Hani derler ya, insan doğduğu topraklarda ölmek ister” dediği gibi. Hatice, bu konu ile ilgili duygularını içtenlikle döküyor söze: “Şehadetini basından duydum. Kulağıma ilk gelen kelime Dersim oldu. Şehit düştüğü yerin Dersim olması bir teselli gibiydi benim için. En azından biliyorsunuz ki onun da özlemi o. Bunu tarif etmeye gücüm yetmez diye düşünüyorum. Söz yolun ifadesidir, ama o yolu her söz ifade etmez. Onun Dersim toprağına, doğasına sevgisini anlatamam.”

“Bir kayaya oturdum

yüksek bir uçurumun ucu

çıkınca yakıyor güneş

olmayınca üşüyorsun

çoğu zaman bulut ve rüzgâr

zozan alın yazısı…”

 

Nasıl bir can katma hali?

Atakan’ı katılım yaptıktan sonra ilk gördüğünde yaşadıklarını anlatan Hatice, “Dersimli bir grupla dinlemiştim onu. Edebiyatçıların olduğu bir gruptu. Atakan’ı iki kere gördüğümde konuşamadım. Lal oldum. İlk görüşümde ağladım sadece. İkincisindeyse gün boyunca hiç konuşamadım. Dinledim. O sesi dinlememek imkânsız zaten. Bir hafta boyunca sustum. Bu Ruşen’in şehadetinde de olmuştu. Atakan sorular sordu. Cevaplayamadım. Aile ile ilgili şeyler söyledi. Dinledim tek. Onu dinleyen insanlar sonradan, ‘Biz Dersimliyiz. Bu nasıl bir ifade? Nasıl bir doğaya bağlılık bu? Toprağa, kurda kuşa, börtü böceğe nasıl bir can katma hali?’ diye sormuştu.”

Onu Dersim büyüttü

Çok titiz bir şekilde anlatmaya devam ediyor Hatice: “Onun hem doğaya hem insanlara sevgisi, bağlılığı onur duyacağımız bir şey doğrusu. Atakan Dersimliydi. O bir Dersim çocuğuydu. Aileme de, ‘doğum itibariyle siz onu sahiplenin, biz o çocuğu doğurduk deyin, ama büyütmeyi de Dersim sahiplensin. Biz onu büyüttük desinler’ dedim. 

 

Sultan Çoban (Ruşen)

Ruşen…

Atakan’ın bir büyüğü Ruşen psikoloji okur. 1996 yılında mezuniyetinin olacağı aynı zamanda düğünün yapılacağı hafta dağa gider. “Çalışmaların içindeymiş zaten. Biz bundan haberdar olmamıştık. Bize hissettirmemişti açıkçası. Atakan katılımını, gidebilme ihtimalini, her şeyini aile ile açıkça konuşmuş, hatta mümkünse ailenin gidebilecek fertlerini de ikna etmeye çalışmıştı, ama Ruşen’den haberdar olmamıştık. 1998 yılında şehit düştü” diye anlatıyor.

Ablası Ruşen ile ilgili olarak “Ruşen çok ağır bir yük bıraktı bize. Bu yükü taşıyıp taşıyamayacağımızı hiç sormadı.  Şimdi iki kişilik bir yük taşımak durumundayım. Kendimi de onu da taşımak zorundayım” der Atakan.

“Atakan şanslı olan gerillalardandı” diye konuşuyor Hatice. “Sözünü ulaştırabildi. Dokunabileceği insanlara temas edebildi, ama Ruşen bu kadar şanslı değildi. İnanılmaz yumuşaklıkta bir dokunuşu vardı. Onunla ilgili çok uzun yıllar bir fotoğrafına ulaşma imkânımız olmadı” diyor.

‘Kızının bir mezarı yok’ diyemiyoruz

Ruşen’in cenazesini alabildiler mi diye soruyorum. “Maalesef” diye başlıyor söze. “O annemin en büyük özlemiydi. Dört yıl gizledik annemden şehadetini. Bir baskında ‘kızını öldürdük, oğlunu da öldüreceğiz’ dedi polisler. Annem öyle öğrendi. Biz anneme ‘Kürdistan’daki birçok gerilla gibi senin kızının da bir mezarı yok’ diyemiyoruz hâlâ. Annem, Güney Kürdistan’da bir mezarı olduğunu düşünüyor ve bir gün onu da alıp getirmeyi umuyor”  diye yanıtlıyor.

“Düşersem bir gün

boylu boyunca

ürkmezsen eğer

savaş çığlığı cesedime 

eğilip üzerime öp beni…

ama ağlama!”

Annem iki gün ağlamadı

Annesi kırık çıkıkçılık, ebelik yapar. İğne vurur. Altıncı hissi çok güçlüdür aynı zamanda. Xizir Orucu zamanı bir rüya görür. Munzur’a kurban kesmeye gitmiş, orada oğlunu ayağında eskimiş mekaplarıyla görmüştür. Anlata anlata bitiremediği rüyasında şehit düştüğünde ağlamamasını istemiştir oğlu ondan bir de. Tüm aile olmasa bile büyük bir bölümü Munzur’a gider bunun üzerine. Orada kurban keserler o an hiç gelmesin diye. Bir yıl sonra şehadet haberini alırlar. Basından duyunca ailenin büyük bir kısmı Malatya Adli Tıp Kurumu’na gider. Dost ve düşman o gün görür yüreğe nasıl taş basıldığını…

Eğildim, alnından öptüm

“Ben indim. Teşhisi yaptım. Kardeşim olduğunu söyledim” diye anlatıyor o günü Hatice. İlgililer annenin de teşhis etmesini ister. “Devletin böyle bir zulüm isteği var. Bir şekilde incitmek istiyorlar” diyor ve o güne gidiyor: “Annemin kulakları çok az duyar, Türkçeyi az anlardı. Böyle bir acıyla kilitlendiğinde kulakları duymadı. Anlaması gereken cümleleri anlamadı. Enteresan bir şekilde kapattı kendisini. Ölüm haberini almıştı çünkü. Normalinde biraz kamburdur annem. Kendisini dik tutmaya çalışıyor ve ağlamamaya çalışıyordu sadece. ‘Bunu anneme yaptırmayalım. Bu halini göstermeyelim’ dedim. Mümkün mü? ‘Görecek annen’ dediler. Annem baktı ki biz çok zorlanıyoruz, ‘tamam kızım. Ben yaparım. Sen beni götür’ dedi. Bu sırada ‘Kalbimin dili’ şiirindeki bir dizesi geldi aklıma. Onu yerine getirmek şart oldu. Annemle morga inmek istedim. ‘Niçin?’ diye sorduklarında tanıyamadığımı iddia ederek emin olmak istediğimi söyledim. Morga indik. Yüzünü açtılar. Beni tutmasınlar diye hızla eğilip alnından öptüm.

Hiçbirimizin zayıf olmaya hakkı yoktu

Annem metanetle durdu. Onun kolunda ondan daha zayıf görünemezdim. O böyle güçlü durduktan sonra hiçbirimizin zayıf olmaya hakkı yoktu. Tekrar savcının karşısına çıktık. ‘Evet’ dedi, ‘benim oğlumdur…”

Elbistan’da cemevinin kendilerine açılmadığını söyleyen Hatice, cenazenin odunlukta yıkandığını belirtiyor.

Hepimizin isteği Dersim’e gömülmesiydi

Onu neden Dersim’de gömmediklerini ise şöyle anlatıyor: “Dersim’de gömülmesini çok isterdik. Ailenin tanıyan tanımayan her üyesi basına ve kamuoyuna yansıması nedeniyle Dersim sevdalısı olduğunu biliyordu. Tabii ki hepimizin isteği Dersim’e götürülmesiydi. Çekirdek ailemizin tamamı orada bulunmasına rağmen kimsesizler mezarlığına gömülmek istendi. Gün boyu onun mücadelesini sürdürürken hiç olmazsa ya İzmir’e ya da köyüne götürelim dedik. İlk seçeneğe İzmir’i koyduk. İkinci olarak köyü, son olarak da Dersim’i söyledik. Dersim’i en sona koyduk ki acaba onlar için üçüncü şık olan bizim için birinci şıka dönüşür mü diye. İzmir’e götürürsek ‘her ne kadar uzak olsa da siyasi partiler katılır yine bin-bin beş yüz kişiye ulaşır’ dediler. Dersim’e götürürsek her koşulda büyük bir katılım olacağını hesapladılar. Köyde kimsemiz yoktu. Köy en iyi seçenek geldi onlara ve oraya götürmemize izin verdiler. Köyde de çekirdek aile dışında hiç kimseyi almadılar. Annem iki gün boyunca, asker ve polisler çekilinceye kadar ağlamadı.”

“O kadar faşist ki zaman

ne koruyabilirsen…

Hem geçmiş

hem de şimdiki zaman

demek ki gelecek de…”

Arşivine el koydular

Kitaplarına, eşyasına getiriyorum sözü. ”Onun hiçbir şeyine ulaşamadık. Avrupa’ya sürgün gelmemin çeşitli nedenlerinden biri de hikâyesine ulaşabilir miyim düşüncesiydi. Türkiye koşullarında bir arşiv oluşturmak bir yana, gençlik arşivini koruyamadık. Tüm kitaplarına el koydular. Mektupları, çocukluk fotoğrafları dahi alındı. Saklayabileceğimiz hiçbir şey kalmadı. Avrupa’da, onunla temas edenlerden ne bulduysak topladığımız anılarla bir arşiv oluşturmaya çalışıyoruz o yüzden. Bir arşivinin var olduğunu biliyoruz, ama nereye gömüldüğünü, kimin yerini bildiğini bilmiyoruz” diyor.

Biraz ben anlatayım, biraz da siz

Kitap* fikrinin nasıl oluştuğundan bahsederken duygulanıyor: “Çok fazla temas edeni, seveni, yediden yetmişe Dersimlilerin bir sevgisi var. Ne yapabiliriz, onun sevgisini sevenlerine nasıl ulaştırabiliriz diye düşünüyorduk uzun zamandır. Şehitlerden bahsederken nasıl bir dokunuşa ihtiyaç olduğunu bize tarif ediyor. Biz de kendisine dokunursak başka bir gerçeği tarif edebilir miyiz diye çıktık yola.

“Bu şiirlerin serüveni 

ne olacak acaba?

İnsanların hikâyeleri gibi oluyor bazen

bir kitabın, bir defterin hikâyesi…”

‘Belki değerlendirirsin’ demişti

Dağdayken bana on sekiz sayfalık bir mektup göndermişti. Saklaması için bir yurtsevere verdim. Polis evi basmış, o mektubu da almış. Bu şiirlerini de bir önceki Avrupa’ya gelişimde bana yollamış, ‘belki değerlendirirsin’ demişti. Nujiyan buradaydı. Daha çok onunla tartıştık. Sonra Şiyar dahil oldu. ‘Biraz ben anlatayım, biraz siz tanıklık ettiğiniz olayları anlatın’ dedim. Daha geniş bir çalışma düşündük aslında, kısa bir zaman kalmıştı, yapamadık. 

Bir belgesel çalışması için materyal oluşturduk. Sadece gerilla hayatını değil, şiiriyle, stranıyla da anlatmak istiyoruz onu. Önümüzdeki yıl bu belgeseli tamamlayabiliriz umarım. Şu an çalışmaları sürüyor.”

 BİTTİ…

 

Şiirler: Atakan Mahir

*Kalbimin Hikayesi, Şiyar Dersim/ Nujiyan Munzur, Meyman Yayınevi, 286 s.