Leyla ile yolculuk…

23 Haziran 2020’de başladı yolculuğum. Ben o uğursuz tarihten bu yana her gün ve her gece Leyla’yla bir yolculuğa çıkıyorum.

Bir gün İstanbul’dan Serhad’a giden bir otobüste Leyla’yla yan yana, ülkemin küçük şehirlerinden, küçük kasabalarından geçiyorum. Uzaktan harabeyi andıran köylere, ağaçsız düzlüklere, başı karlı dumanlı dağlara bakarak gidiyorum.

Leyla’nın yüreği pır pır, omuzlarında acılı bir tarihin büyük yükü, hiç konuşmadan yüce Ağrı Dağı’nın eteklerinden  geçip küçük bir ilçenin derme çatma otobüs terminalinde otobüsten iniyoruz.

Hava soğuk, yerler kar. Ben de sevmem soğuğu Leyla da. O gece ilçenin kenar mahallesinde yoksul bir evde kalıyoruz. Soba yanıyor, yer yatağı bildiğimiz gibi. Evimiz geliyor aklına Leyla’nın.

 

Ablaları Ayto ve Nono ile küçüğü Figo ile birlikte yan yana yattıkları salon, daha bir sürü şey…Bir hüzün, bir acı yalıyor yüreğini, hemen itiyor bunu derinlere, düşüncesini yarınlara çeviriyor umutla, heyecanla, kararlılıkla.

Bir gün Tendürek’teyim onunla. Kış kıyamet, hava buz gibi, parmaklarını nefesiyle ısıtıyor Leyla. Bir kayanın dibinden uçsuz bucaksız görünen beyazlığa bakıyor. Yalnız değil, yanında kendi gibi güzel,  her biri ay parçası, her biri sırtını vereceği bir dağ yoldaşları var.

Onların sohbetleri, gözlerindeki ışık içini ısıtıyor Leyla’nın. Aşağıdan sesleniyorlar: Çay hazır.

Sonra bir gece Ağrı’dayım zirvelere yakın. Artık Leyla’yım, alıştım silahıma. Başımı taştan yastığa koymuş, karanlık gökyüzünde parlayan yıldızları seyrediyorum, ay da çıkmış, kendi yıldızımı arıyorum karanlık gökyüzünde, kuzeyde parlak bir yıldız çarpıyor gözüme, “işte bu benim yıldızım” diyorum.

Bir süre bakışıyoruz, sonra anılar hücum ediyor dört bir yandan: doyamadığım annem, babam, her biri bir tarafa savrulmuş abilerim, ablalarım, kardeşlerim ve en küçüğümüz Özo, Abla. Hepsini çok seviyorum.

Sanırım bu dağları ve yoldaşları daha çok seviyorum. Yoksa ne işim olabilirdi ki burada? Tam böyle hatıraların dipsiz kuyusuna dalarken “Hewal nöbet” sesiyle yerimden doğruluyor, tepedeki nöbetime gidiyorum.

Sonra bir gün Rojhılat’a gidiyorum. Bizleri aziz, azize, evliya gibi gören; bizlere aşkla bağlı yoksul bir Kürd köylüsünün evindeyiz. Bize bağlılıkları ölümüne, çocuk, kadın, yaşlı hepsi. Çok seviyorum Rojhılat’ı.

Sonraları çok geleceğim buralara ve çok kalacağım. Ölümle ilk burada burun buruna geleceğim, tam yakalanacakken kurtulacağım bu halk sayesinde.

Sonra bir gün Bakur’da düşmanın pususuna düşüyorum arkadaşlarla, akşama kadar çatışıyoruz. Karanlık çökünce çemberi yarıp çıkacağız. Düşman fark ediyor, rastgele tarıyor, çıkıyoruz çemberden ama ben gruptan kopuyorum, bölgeyi de pek tanımıyorum, ormanlık bir alanda tek başıma kalıyorum, operasyon timleri çekilene kadar üç gün bekliyorum, timlerin çekildiğinden emin olunca bildiğim eski bir noktaya doğru yürüyorum, açım, dilim damağım kurumuş ama ben ”arkadaşlara ulaşmalıyım” diyorum, yükleniyorum bedenime, üçüncü günün sabahı noktaya yaklaşırken “dur” sesiyle kendimi yere atıyorum, “ezım Leyla” diyorum, kalkıp kucaklaşıyorum arkadaşla, beni hemen noktaya götürüyorlar, arkadaşlarda bir sevinç, herkes benim şehit düştüğümü sanmış.

Sonra bir gece Hakurke’de uyumuşum, şafak vakti, “rabın hewal, roj baş” sesiyle kalkıyorum.

O sıra kara bir yılan uzun saçlarımın arasından süzülüp düşüyor yere, ürküp bir çığlık atıyorum, arkadaşlar geliyor, yılanı gösteriyorum uzaktan, gülüyorlar.

Tabii bir şey yapmıyoruz yılana. O yılan bir süre benim peşimden geliyor. Beni koruduğunu düşünüyor, rahatlıyorum. Artık korkmuyorum yılanlardan. Şairin dediği gibi, ‘Yurduna akacak ırmaklar ve ölümsüz muştuları yaratacak yılanlar…’

Benim için büyük mesele…

Kardeşler de günü gelince bir yolculuğa çıkmışlar. Yol üzerinde bir dervişe rastlamışlar. Derviş sormuş; ”Yolculuk nereye…?” Kardeşler, ”Leyla’ya” demiş. Derviş, ”Ne için?” diye tekrar sormuş, kardeşler, ‘Leyla olmak için” cevabını vermiş. Derviş bu kez, ‘İmkansız” demiş, ”Kimse Leyla olamaz ki…”

Abin…