Berivan Kutlay Sarıkaya: Cezaevleri ve Kürt kadınlarının sessiz direnişleri

Yıllar önce İnsan Hakları Vakfı Ankara Dokümantasyon Merkezi’inde çalışırken küçük kareli kağıtlara yazılmış, bazen yanına küçük kuru çiçekler iliştirilmiş, bazen kendi yaptıkları özgürlük temalı resimlerin olduğu biz insan hakları aktivistlerine cezaevinden seslenen mektuplar gelirdi. Bir gün bana verilen çalışma masasının çekmecesinde onlarca açılmamış ya da açılmış ama zarfların içine tekrar yerleştirilmiş mektuplar buldum.

Günlerce bu mektupları okudum, sınıflandırdım, dikkatimi çeken şey, en çok erkeklerden mektupların gelmesiydi.  Tek tük de olsa gelen kadınların mektupları erkeklerinki kadar uzun olmaz, daha çok cezaevi koşullarının düzeltilmesi ya da hasta bir tutuklunun durumu ya da ailelere yönelik baskıları dile getirirlerdi. O küçücük kareli, hatta bazen bir avuç içi kadar kağıtlara inci gibi yazılarla sığdırılanlar sadece insan hakları ihlalleri olmazdı, en çok da dışarıdakilere bizleri unutmayın diye seslenirlerdi. İçerisi- dışarısı neydi gerçekten farkında olmadığımız zamanlarmış. Bu kadınlara ait mektuplarda bir mağduriyet dili ya da serzeniş göremezdiniz. Sanki cezaevinde başka bir dünya yaratılmış ve dışarıda bıraktıkları yerden hiç kesintisiz direnmeye, varolmaya devam etmenin özgüvenini hissederdiniz. Cezaevindeki kadınlar tarafından sahiplenildiğinizi duyumsar, özgüvenli bir dille dayanışmaya bir görev gibi değil de birliktelikten ve mücadeleden doğan bir güçle davet edildiğinizi bilirdiniz. Erkekler ise daha çok siyasi tahliller yapar kendi yazdıkları öyküleri, şiirleri sizinle paylaşırlardı mektuplarında. O mektuplarla bir bağ kurmak zor gelirdi. Bu mektupların sahiplerinin davalarını çalıştığım yıllar süresince takip ettim, hatta kaç cezaevi gezdiklerini raporladım. Bazılarının aileleri ile yıllarca görüşmeye devam ettim. Daha sonra sürgünler, F tipi cezaevleri eylemleri, 19 Aralık ‘Hayata Dönüş’ operasyonu… Kimbilir bu kadınların kaçı geldiği yere geri dönebildi, işte orada sınıfta kaldık, sayamadık maalesef…

Diyarbakır Zindanı ve Kürt kadınları

Aradan yıllar geçti ve Toronto Üniversitesi’nde doktora tezi olarak Kürt kadınlarının cezaevleri deneyimlerini yazmaya karar verdiğimde kendime hep soruyordum, kimsenin çalışmak istemeyeceği bu konuya olan ilgim nereden geliyordu? Ve bir gün bu mektupları hatırladım. Ne oldular, onları şimdi kim okuyor, kimse merak ediyor mu, acaba kimdi bu kadınlar diye. Orada o çekmecede unutuldular mı yoksa? Artık kolonyal şiddetin hedefi olan Kürt kadınlarının cezaevlerinden gönderdikleri o mektupları başka bir bakış açısıyla okumaya başlayacaktım. Sadece devletin değil içindeki bulundukları toplumun da ataerkil şiddetine maruz kalan bu kadınlar kapatıldıklarında cinsiyetlerinden kaynaklı yaşadıkları şiddete karşı nasıl ayakta kalıyorlardı? Ve elbette bu güç hatta bu ruh nereden geliyor diye merak ederdim! Evet, kimdi bu kadınlar!? Ayrıca yaşanan bunca şiddete rağmen bu kadar gururlu, direngen ve cezaevi denen tamamen ataerkil ve kolonyal mekanları dönüştüren bu kadınları kimse neden konuşmuyordu ve neden kendileri de anlatmıyordu?

Açlık grevlerini, cezaevi isyanlarını bir insan hakları araştırmacısı olarak raporlarken de aynı şeyle karşılaşıyordunuz. Cezaevinde önce erkekler anlatır ve de anlatılır, onların direnişleri birçok raporda, anı kitabında, parti yayınlarında, dergilerinde dile getirilir ama kadınların yaşadıkları “dahi” ekiyle dile getirilirdi. Bu cezaevinde şu kadar erkek mahkum açlık grevinde, aralarında kadınların dahi bulunduğu eyleme…. diye devam eden haberler hazırlanırdı. Erkek politik tutsakların cezaevi anılarını okurduk, ama bir tek kadın hatırlamıyorum, yaşadıklarını kaleme alabilen Asiye Güzel Zeybek hariç. İkibinli yıllara kadar da bu böyle devam etti. Elimde, darbe yıllarını anlatan inanılmaz bir cezaevi edebiyatı külliyatı birikmişti ama bunların onda birinde bile Kürt kadınları yoktu. Oysa Kürt hareketi kurucularının ilk mum ışığında toplandığı gecelerden beri bu kadınlar hep vardı. Halen de var olmaya devam ettikleri gibi!

Dünya direniş literatüründe Kürt kadınları 

İrlanda, İran, Filistin, Güney Afrika’lı kadın politik tutukluların anılarını ve bu kadınlar hakkında yapılan akademik çalışmaları okuduğum dönemde Sakine Cansız katledildi ve Sakine’nin Diyarbakır Cezaevi’ne dair anılarını okumaya başlamamla artık kesin kararımı vermiştim. Beş No’lu olarak bilinen Diyarbakır Zindanı’nın kadınlarını anlatacaktım doktora çalışmamda. Diyarbakır Zindanı’nda Kürt kadınlarının sessiz direnişlerini anlatmak için yola çıkmıştım artık. Ancak kırk yıl öncesine giderek Diyarbakır Cezaevi’nden geçmiş kadınları bulmak, bir de onlardan o dönemi dinlemek hiç de kolay değildi. Bazen sabahlara kadar konuştuk, ara verdik devam edemedik. Günlerce, aylarca görüşemedik. Tetiklenen travmalarını ve bugüne kadar hiç açılmamış sayfalarını konuştuk hayatlarına dair. Çocuklarının yanında sanki hiç o cehennemden geçmemiş gibi konuyu kapatan ve hatta kırk yıl boyunca evlendiği ailesinden cezaevinde kaldığını saklayan kadınlar. Diyarbakır cehenneminden geçmek erkekler için bir gurur kaynağı iken kadınlar için saklanması gereken bir şeye dönüşüyordu. O dönemde Diyarbakır Cezaevi üzerine yazılan birçok örgütün binlerce sayfalık raporlarında kadın sözcüğü bile sadece bir kaç kez geçiyordu. Sanki hiç yoktular ve bu durum Kürt tutsakların sayılarının beş binleri bulduğu söylenen Diyarbakır Cezaevi’nde ‘çok az kadın vardı’ ile açıklanamazdı.

Diyarbakır Cezaevi’nde kristalize olan ve oradan geçenlerin tanımlamak için sözcük dahi bulamadığı kolonyal cinsel şiddeti ve onların direnişlerini kendilerinden dinledim ve yazmaya çalıştım. Burada kadınlara cinsiyetlerinden kaynaklı yapılan işkenceleri tek tek anlatmamıza gerek var mı? Aslında var, çünkü Diyarbakır Cezaevi’nde cinsel işkence de yine bugüne kadar Kürtlük ve parçalanan erkeklikler üzerinden anlatıldı. Cezaevinde ve cezaevinden çıktıktan sonra sessizlik ve direniş arasında sıkışmış Kürt kadınlarının kapatılmaya dair deneyimlerini, cinsel şiddetin her türlüsüne verdikleri yanıtları, mahkemelerde politik savunmalarını, yumurtalıklarının kendi izinleri olmadan alınmasını bile yıllar sonra farketmelerini, travmalarını, cezaevinde doğan çocuklarla politik annelik deneyimlerini, içlerinden bir tek kadının itirafçı olmaması karşısındaki gururlarını, yok sayılmaları karşısındaki serzenişlerini, birbirlerini nasıl sarıp sarmaladıklarını, iyileştirdiklerini ama en çok da dayanışma ve mücadele deneyimlerini dinledim. Kürtleri imha etmek için planlanmış cezaevini direniş alanına çeviren Kürt kadınları cezaevinden çıktıktan sonra yıllarca yaşadıklarını anlat(a)madılar.

Oysa Diyarbakır Zindanı üzerine okuduklarınızın, dinlediklerinizin üstüne hayal gücünüzün yettiği ne varsa koyun, orada kadınlar koğuşunun yaşanmışlıkları var. Orada yaşananları da tabii ki yine bu kadınlardan dinleyeceğiz ve öğreneceğimiz hala çok şey var. Ancak benim burada vurgulamak istediğim olgu kadınların cezaevinde asla yok edilmesine izin vermediği ve tekrar tekrar dirilttiği direniş ruhu. İtirafçılarıyla nam salmış cezaevinde Esat Oktay kadın koğuşundan itirafçı çıkarmak için yemin eder, ancak kadınlar koğuşu aralarından bir tek itirafçı çıkmasına izin vermez. Esat’ın köpeğini beslemekle görevlendirilen ve köpeğe yedirmeleri gereken etten bir parça çalıp cezaevindeki bir bebeğe mum ateşinde pişirmeyi ve yakalandıkları takdirde görecekleri işkenceyi göze alanlar da yine bu kadınlardır. Açlık, soğuk ve işkenceler devam ederken hamile bir kadının avucuna gizlice konulan bir lokma peynirin tadı da bambaşkadır. Kadınlar koğuşundan gelen hikayelerin herbirinde kadınlığa, Kürtlüğe ve yoldaşlığa dair bir şeyler bulursunuz.

Esat’ın yıkamadığı Sakine!

Kürt ve Türk farklı siyasal örgütlerden kadınların buluştuğu Diyarbakır Cezaevi’nde tek ortak nokta sadece işkencelerin dillendirilmesi değil, Sakine Cansız ile anıların, sohbetlerin, bir bakışmanın sonucunda yarattıkları ortak dayanışma ve mücadeleden doğan güçlerine sahip çıkmalarıydı. İnsanın tahayyül sınırlarını zorlayan ve her seferinde bu kadar da olur mu, olabilir mi sorusunu dedirten anlatılarda hep Sakine var. Sakine ile geçirdikleri her anı büyük bir özlem ve acıyla anlatırken, Sakine ile somutlaşan direnişlerini, ölüm oruçlarında birbirlerine verdikleri sözleri, çoğunlukla yutkunarak bazen susarak bazen acıdan inleyerek anlatıyorlar. Sakine’nin yaptığı taklitleri gözyaşları ve kahkahalarla anlatırken, gülmenin o koşullar altında bile dayanışmalarındaki rolünü görüyordunuz. Çocuk yaşta cezaevine giren Kürt kadınlarının da, yetmiş yaşında tek kelime Kürtçe bilmeyen anaların İstiklal Marşını ezberleyemedikleri için dayak yememeleri için kendini en önce ortaya atan da Sakine Cansız.

Erkek tutsaklara yönelik bir rutin haline gelen insanın hayal sınırlarını zorlayan cinsel işkenceleri durdurmak için kendi koğuşlarını ateşe veren ve askerlerin baskınında bir erin gözüne şiş batıran da yine Sakine. Ama  anılarında bunları anlatmayan da yine Sakine. Birçok coğrafyadan kadının cezaevleri öykülerini okudum, dinledim ama hiçbir zaman bir kadının tüm örgütsel ve etnik farklılıklara rağmen kadınların yazdığı tarihteki birleştirici rolünün Sakine kadar ön plana çıktığına tanık olmadım. Diyarbakir Cezaevi’nden geçen her kadının anılarında Sakine bir şekilde yerini almış, adını Diyarbakır Zindanı direniş tarihine yazdırmış, ama biz onu Dersim’e tabutta geri dönünceye kadar ne kadar tanıyor ve anlıyorduk? Sakine ve kadın yoldaşları tam da olmaları gereken yere döndüğünde onlara yine binlerce Kürt kadını sahip çıkacaktı. Yazımın bu bölümünü başka bir zamanda tamamlamak üzere yarım bırakıyorum. Çünkü Sakine ve arkadaşlarının Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi direnişlerini anlatmak maalesef bir yazıya sığmayacak.

2000’ler ve cezaevlerinde Kürt kadınları 

Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi ve orada yaşananları Kürt kadınları bugün tarihin derinliklerine gömmüş değil ve cezaevlerinde karşılaştıkları şiddetin her türlüsüne direnmeye devam ediyorlar. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar bugüne kadar istisnai olarak tanımlandı ve burada yaşananların sıkıyönetim ve olağanüstü hal dönemiyle sınırlı olduğu söylendi. Oysa bugün  Kürt kadınları halen bu istisnai şiddete maruz kalmaya devam ediyor, hasta bedenleriyle ayakta kalma mücadelesi veriyor ve veremeyenlerin maalesef cezaevlerinden cenazeleri çıkıyor. Garibe Gezer yaşadığı cinsel işkenceyi aylarca dşarıya duyurmaya çalıştı ve bu çabalarından dolayı tekrar cezalandırıldı ve süngerli odada cinsel saldırılar devam etti. Yaşadıklarına dayanamayan Garibe intihara sürüklendi. Bu olay, cezaevindeki diğer Kürt politik tutsakların sloganlarla protestosu da ek suçlamalarla cezalandırılma ve bazı tutsakların belki de infazlarının yakılma nedeni oldu.

Eren Keskin sayıları binleri bulan Kürt kadın siyasal aktivistlerin cezaevlerinde yaşadıkları şiddete 1990’lardaki en karanlık dönemde bile tanık olmadıklarını vurguluyor. 1990’lı yıllarda, uygulanmazsa dahi bir cezaevi hukukundan bahsedilebilir, bugün ise tutsaklar ile AKP-MHP hükümeti arasında yaşanan bir savaştan bahsediyoruz. Hemen hemen her gün güvenlik gerekçesiyle politik tutsaklar kadın erkek farkı gözetmeksizin çıplak aramaya maruz kalıyor. Buna karşı çıkanlar tekrar tekrar cezalandırılıyor. Bugün cezaevlerinde müebbetlik tutuklu kadınlar 24 yıl cezaevinden kaldıktan sonra dahi itirafçı olmaya zorlanıyor ve çıplak hücrede tutuluyor. Gözaltına alındığında 21 yaşında olan ve tek kelime Türkçe bilmeyen Fatma Tokmak iki buçuk yaşındaki oğluyla beraber cinsel işkence gördü ve bugün ağır kalp hastası olarak cezaevinde ölümü bekliyor. Yine birçok ağır hasta kadının cezaevinde meme ve rahim kanseri olduğunu biliyoruz. Kadınların çoğunlukla üreme organlarını hedef alan hastalıklara yakalanmaları tesadüf değil elbette.

Bu kadınlar hastanelere sevk edilmeyi bile talep etmiyorlar çünkü her hastane ziyareti çıplak aramaya maruz kalmak demek. Yine Aysel Tuğluk’un cezaevindeki durumu da hepimizin malumu. Keyfi raporlar düzenleyen Adli Tıp, hastane personelleri, yargı sistemi hep birlikte cezaevlerinde hasta tutsak kadınların ölümü için ortak çalışıyor. Garibe yaşadığı cinsel şiddeti ancak ölü bedeniyle duyurabildi biz dışarıdakilere. Cezaevlerinde hak ihlalleri olarak tanımlanan ama aslında devletin varlık nedeni olan Kürtleri yok etme fantezileri olarak okuduğumuz bir tarihsel süreci tekrar tekrar yaşıyor Kürt kadınları. Ve binlerce Kürt kadını, koğuşlarında ve hücrelerinde herşeye rağmen kişisel ve kolektif direnmeye devam ediyor.  Onlar üzerine düşeni yapıyor peki ya biz dışarıdakiler!?

Akademisyen Berivan Kutlay SARIKAYA

Trent Üniversitesi/Cinsiyet ve Sosyal Adalet Bölümü

/Kaynak: Newayajin.net/