Kardeşim…

Hani “Sana çok şey biriktirmişim!” demiştim ya, işte bu mektup o biriktirdiklerimden bir damla…

Kardeşim…

Çok uzun bir süredir hepimizin hayatı –hepimiz derken daha çok bizim gibi ezilmiş, itilmiş, ötekileştirilmiş, bir nefret objesi olarak üzerinde tepinilen insanları kastediyorum- toplasan beş-on kelime etrafında dönüyor: çatışma-bombardıman-ölüm-cenaze-mezarlık-cezaevi-işkence-cinayet-katliam… Güne bu kelimelerle başlıyor, günü bu kelimelerin kahreden karanlığı ile kapatıyoruz. Ne sevmelerimizin tadı var ne sarılmalarımızın. Her şey biraz tutuk, biraz iğreti…Ağız dolusu gülemiyoruz yanımızdakinin acısına ayıp olmasın diye. O kadar da çok acı var ki…Bir bardak çay içsek boğazımızda kalıyor, yutkunmaktan boğazımızda nasırlar oluştu. 

Her şey hiçleşmiş, çok şey anlamını yitirmiş, ortada bir tek uğruna canınızı verdiğiniz o tertemiz düşleriniz kalmış, ortada, yerde ve biraz sahipsiz. Öfkeliyim. Bazen durduk yerde çevremdekilere kızıp bağırıyorum, gülünüp geçilecek önemsiz şeyler için. Öyle işte bacım. Bak yine yutkundum, düşündüklerimi söylememek için.

Kardeşim…

Başsağlığı dilemekten yorulduğumuz yıllardan, aylardan, günlerden geliyorum. Hiç sevmem “Başınız sağolsun, Sere we sax be.” demeyi. Ama işte görenekler, acıyı paylaşma şeklimiz, diyorsun mecbur. Düşün, bunu sevmeyen ben bile yorulmuşsam ne kadar ölüm olmuş yakın çevremizde hesapla. Hele bire bir tanımadıklarımız, onların acısı…Sur’da, Cizre bodrumlarında, Nusaybin’de, Gewer’de…Hani sen Afrin’deyken yazdığın günlüklerde “kalbim büyük bir mezarlık” demiştin ya genç ölümlere isyan ederek…İnan hepimizin yüreği büyük bir mezarlık. Kendi içimizdeki bu büyük mezarlıkta kendi kendimize isyan ederek çaresizce günü, günleri tüketiyoruz.

Kardeşim…

Sen en zor zamanlarında bile, dünyanın o uzak köşesindeki bir mağarada günler ve geceler boyu tek başına kaldığında bile, bütün her şey üstüne üstüne gelirken bile umudunu hiç yitirmedin, verilmiş sözlerin vardı canından çok sevdiğin arkadaşlarına ve kendine. Bırakmadın. İnatla yürüdün ve umutla. Kadınlar ve çocuklar için en çok da.

 Afrin’de bir günde 25 canı toprağa verip mezarlıktan dönüyordun. Yolda elindeki bir demet çiçeği sana uzatırken “Ez te pır hez dıkım!” diyen kız çocuğuna sarılmıştın hani, o an gözyaşlarına engel olmuş, geceye saklamıştın. Sen hep böyleydin, zayıf hissettiğinde de güçlü görünmek isterdin o çocuklar ve kadınlar için.

Kardeşim…

Tanıdığın birkaç arkadaşının şehit düştüğünü duyunca acı ve öfkeyle şöyle yazmıştın günlüğüne: “Dünyanın pisliğini temizlemek bize kaldı.” Bu, çok ağır bir yüktü ve sizin omuzlarınıza yıkıldı. Siz bu ağır yükün altında bir bir ölürken dünya da seyretti, biz seyrettik, ben seyrettim. Tarih olmuş şeylerden bahsetmiyorum, üç yıl öncesi, üç yıl…Sense hiç geri adım atmadın, “devam” dedin, “direnmeye devam”, elini uzattın, nefesini verdin o kadınlara ve çocuklara.

Kardeşim…

Barbarlar seni bizden koparalı bir yıl oldu. O lanetli günü dillendirmek istemiyorum ama kalbimizi kırk bin yerinden doğrayan ve hiç kapanmayan o yarayı da içimde taşıyacağım. Öfkem hiç geçmeyecek. O günden sonra istisnasız her gece büyük bir acıyla düşündüklerimi düşünmeye, kalbimi kanatmaya devam edeceğim: O bomba düştüğünde, sen savrulduğunda o kısacık zaman diliminde neler düşündüğünü, ne hissettiğini, başın Rojin’in dizlerindeyken ne demek için yutkunduğunu delice merak edecek, yanında olmadığım için hep kahredeceğim.

Kardeşim…

Bacım…

Canım…

Abin