dağın kadınları…

-leyla’ya- 

 

 

siyah lilyum saçlarını bağa tarakla  

tel tel taramıştı kestane gözlü kadın 

uzandı otuz üç kurşunlu  yarayı  

bir gül yaprağıyla sarmış adamın kulağına 

“ben ölüyorum, lütfen kimse bilmesin bunu kardeşim”  

dedi bir çığlığa gebe kiraz kokulu fısıltıyla 

kucağındaki naaşı bir bebek ihtimamıyla taşıyarak  

“neden?” diye sordu adam  

her hecede bir manaya mural hayatlar veren  

o kadim hikayenin füme savaşçısına  

 “neden ama…ölümden öte günah var mı  ki?” 

kadınsa  

güvercin gerdanlığı takmış  / mihmandar-ı hevin bakışlarıyla  

 “zaten yaşamayı çoktan terk ettik, artık 

bize ülkemizde ölmek de yasak…!” dedi usulca 

  

ölüler….ölüler var 

şaşaalı törenlerin esriten rayihası içinde 

manken maskesi  makyajla gömülürler 

ölüler vardır 

bir kaya dibinde yitip giderler 

çocuk kanından viskilerin 

kadın memesi kupalarda içildiği masaları devirenler 

ölüler ki 

bir de cesetleri sittin sene kaybedilenler 

ya birer kimliksizdir bunlar 

sadece sıra numaralı mezar taşları 

ya da birer bedensizdirler 

hiç var olmamış bir hayalet gibi 

ve ölüler vardır 

ne zerdüşti sessizlik kulesi kabul eder onları 

ne yakılırlar  

ne de bir parça toprak bulabilirler sığınmak için 

ölmekle suç işlemiş lanetliler! 

 

 kuş yatağında ölüm beklesin leyla  

sen gel gitme!.. 

sen gidersen dağımdan bir ocak söner 

sen gidersen serma üstümü örter 

 

kül doruklar 

mevtalar tetirbesi 

ve frapan gecelerde düşer lahuti yıldızlar 

 

kızvan yapraklı himyerî patikalarda 

sarı sülüs mekap izlerinden  

besta öykülerini toplarım ben  

seci yüklü çocukluğunun çaldığı 

şu dragunov melodilerini hani  

  

sen değil miydin kökünün yitik damarlarında  

mor geçmişini arayan kadın 

beyaz cüzdanı elinin tersiyle itmek var ya..! 

gitme!.. 

 bir dağ devrilse üstüme yıkılmam leyla! 

gel gör ki  

o gülüşün yok mu 

ince bir dal gibi kırar boynumu  

gitme!.. 

aragon’un hakikati haykıran yalanısın sen 

ey mutluluğu dokuyan elemin çakır gözleri leyla!  

bir martının özgür kanatlarında taşıdığı nefret 

bir katilin suçlu parmağında nude doğan ütopya! 

bırak ellerini öpeyim bu son gece 

aden’de yukarıdan aşağıya doğru akan bal ırmağı asel gibi  

udumbara çiçeği dudaklarından dökülen birkaç efsa söz eşliğinde 

o soğuk 

o kuru 

ve yedi yirmi dört kabza tutmaktan  

bir yanardağ ağzı  ateş avuçlarını… 

(ah, leyla! 

aşk avucunda 

bir damla su gibi titreyerek durur hala… 

 her ağdığında  

ıtri busenin yaz akşamları  

ruhumun kar koyaklarına 

akar kalbime efsunkar imgeler 

mülhem yağmurları altında 

ardı ardına) 

 

seni anlatamam ki ben 

ağzımda yanmış bir kütüphane külliyatı 

hangi sözcüğü çıkarsam 

şavkında tükenmiş bir kömür parçası  

 dünya denen hamaylı hat 

hurufi ansiklopedi 

hatmetmek için elzemdir hepsi 

suretinde parlayan aynanın sırrı 

ve esterabadi cürümler geçidi 

 

III. 

bazıları vardır ki çaresizliğinden ağlar 

ve kendi mezar çiçeklerini sular  

bazıları da  

değerlensin diye metresinin çilek gözlerini oyup 

sarı safir takan bir osmanlı sarrafının bumerang hırsından 

zayıflar ve  benciller işte…! 

ne ölmesini ne de yaşamasını becerebilen 

ishal modundan kafalı hilkat-ı garibeler 

 

ağlarlar dağın kadınları oysa: sevmekten!  

ve bir de  

sevdiklerine üzülmekten 

 

bilgeler doğurmuş günahkâr bakirelerdir hepsi 

bir kalaşnikofun menekşe koynunda severler yâri  

ve bir kış iklimi oylum oylum 

gözyaşı dökerler sevdiklerine  

bilirler kendi ölümlerini de, bedeninin 

ateşiyle ısınan çıplak bir dişi kâhin gibi 

 

“daha iyidir ağlamak susmaktan  

ve konuşmaktan”  

diyen hölderlin gibi ağla sen sevgili leyla! 

ağla neşvünema bulmuş mavi melca ağla! 

ne de güzel yakışır insan olan kadına ve erkeğe 

biri, hint okyanusu gibi mermer omuzlu sevgiyi 

diğeri, pasifik devi gibi bazalt parçası hüznü 

karnında köpürte köpürte yanaktan süzülen 

o tertemiz iki katre 

 

 sen ağladığında gözyaşların yağlı urgan olur darağacımda leyla!  

ve bir seyyahın yazgısı gibi beni  

gece yürüyüşü anılarıma asarlar acımasızca 

 

ve yılkılar peş peşe geçer üstünden ekru hayallerimin 

o hayaller ki 

hep ötelerde….ötelerde durup kendini çeken hayatımın ta kendisidir 

bebek kanını yakmış uzun tırnaklı sansar pençelerinde 

 

(değil midir ki hayat, hayalin anası 

ve hayal, hayatın enkarnesi 

hep bir adım ötede durup kendini çeken hayatın 

hep beş adım öndeki davetkarı) 

 

ve tepişen dört ayaklarıyla muzaffer hayvanlardır 

gönlündeki şehvetten bir sıvacı inmiş damına 

bir şule misali parlayıp dönen dil-şude bağımda  

 

şiire tutkundur dağın kadınları   

bir de savaşa 

bir dize gibi yaşamak için severler şiiri 

ve şiire kastedeni süpürmek için / atarlar kurşunu 

 

zira bilirler ki onlar da ezelden 

“ördek suratlı insanın alaycı gülüşünün 

alıkça 

bulunmadığı her yerde şiir vardır”  

sözünü maldoror’dan 

 

(özgürlüğün çelik sesli müziğiyle o toprak mevzilerde 

sen de şiirle hep dans ederdin umudumun jan dark’ı  

savaşı, mısra mısra yazarken dağlarda 

usta ellerle 

ne de hoş oyardın o çeşm-i heşin beyitleri çorak kalplere) 

 

güzel olan hiçbir şeyin tamamlanamaması gibi 

münteha bulmayan bir aşkın kurbanıdır dağın kadınları 

ellerinden düşmez hiç o altın labris 

son çirkinin başı sunakta gövdesinden düşene dek 

 

kızgın mermiler ipek tenlerinde nakışlar örer 

ve bir el bombasının ortasında fulya gibi açılırlar  

 

yalnız kalmış son kauai kuşu gibidir kâbe yürekliler 

uçurumların tacı şahikalarda  

hep şarkılarını çığırırlar 

ve demir kanatlı hazil yarasaların pikelerinde 

kanlı örüklerini meşe ağaçlarına asıp  

tahammülfersa acılar içinde göğe göçerler 

 

**

abdurrahman çadırcı 

26.08.2021