Ece Temelkuran: Kadınlar olmadan olmaz

Ece Temelkuran Oksijen’de yayımlanan “Kadınlar Olmadan Olmaz” başlıklı yazısında erkeklerin kadınlara yönelik gündelik yok sayma pratiklerini değerlendirdi.

Temelkuran, hayatı boyunca bir erkeğin bir kadını içten bir merakla ve doğal bir saygıyla dinlediğini hemen hiç görmediğini belirterek, “Oysa bir kadını dinlemek, bir erkeğin yapabileceği en ilerici politik eylemdir. Bir erkeğin bunu yapabilmesi için 3 bin yıldır içine işleyen ‘doğal hakkını’ çiğneyip yutması gerekir” diyor.

Kadınlara yönelik gündelik hayatın akışı içerisinde yaşanan yok sayma ve “mansplaining”in Türkiye’ye özgü olmadığının altını çizen Temelkuran, İngiliz bir kadın akademisyenin önceki haftalardaki sosyal medya mesajını hatırlatıyor:

“Akademik bir panelde, çok iyi eğitimli erkeklerle birlikte konuşurken her sözü kesildiğinde masaya parmağıyla vurmuş. Sonunda o kadar çok vurmuş ki masa davula dönmüş! Gazetelerde katıldığım haber toplantıları, televizyonlarda tek kadın olarak katıldığım oturumlar geldi aklıma.”

‘Kadınlar masada olmalı’

Yazısında Türkiye’nin girdiği seçim atmosferini de değerlendiren Temelkuran, “Masada kadınlar olmazsa bu değişim sürecinden çıkmamızı sağlayacak ve devam etmemizin koşullarını belirleyecek toplumsal sözleşme yine sakat doğacak” ifadelerini kullandı.

‘Çözüm dinlemekte!’

Temelkuran, “Ne yapmalı?” sorusuna da yanıt arayarak önerisini şöyle sıralıyor: “Kadınlar zaten elinden geleni yapıyor. Bir kere zaten öldürülmemeye, tecavüze uğramamaya ve öyle böyle hayatta kalmaya çalışıyoruz. Bu epey zaman ve çaba gerektiren bir mesele. Erkeklerin yapması gereken bir şey var: Dinlemek! Kulağa ne kadar kolay ve hatta önemsiz geliyor. Ama öyle değil. Denemesi bedava. Hatta evde, kendi imkanlarınızla da deneyebilirsiniz.”

Yazının tamamı:

“Kadınlar olmadan olmaz!”

Böyle bağırasım geliyor. Sadece Türkiye’ye doğru değil, bütün dünyaya hitaben ve hatta tarihe doğru. “Hala anlamadınız mı? Kadınlar bütünüyle ve mutlak bir eşitlikle masaya oturmadan kurulan her ülke hep biraz faşisttir!”

İngiliz kadın bir akademisyen geçtiğimiz günlerde paylaştı sosyal medyada. Akademik bir panelde, çok iyi eğitimli erkeklerle birlikte konuşurken her sözü kesildiğinde masaya parmağıyla vurmuş. Sonunda o kadar çok vurmuş ki masa davula dönmüş! Gazetelerde katıldığım haber toplantıları, televizyonlarda tek kadın olarak katıldığım oturumlar geldi aklıma. Hatta çok ‘muteber’ bir köşe yazarı beyin canlı yayında kolumu acıtıncaya kadar tutup sıkması, susayım diye. Susmuştum, korkudan değil, şaşkınlıktan. Masaya oturmak, ‘oturtulmak’ değil yani mesele. Konuşmana ‘izin verilmesi’ de değil hatta. İnsan olarak kabul edilmek, bu kadar basit. Bir erkek için bir kadını içtenlikle, hakiki bir ilgiyle, daha sonra düzeltmek için hata aramadan, hasılı bir kadının bir erkeği dinlediği gibi dinleyebilmesi varılması çok güç bir siyasal menzil. Yazın bunu bir kenara. Ama dinlemeyince ne olur, bakalım.

Solcu işçiler bile…

Dünyada sadece ihtiyar İngiliz adamların ve benim dadanarak izlediğini sandığım II. Dünya Savaşı ve Avrupa faşizmi belgesellerinden birini izliyordum geçen gün. Nazilerin yükselişinden önce, sonraki yıllarda meşhur olacak fakat o zamanlar henüz genç bir toplumsal psikoloji uzmanı olan Erich Fromm’un hazırladığı bir araştırmanın sonuçları vardı belgeselde. Örgütlü, solcu bir işçi her soruya son derece ilerici cevaplar verirken sıra kadınla ilgili soruya gelince “Kadının yeri mutfaktır” diyor. Belgesel, eğitimli ya da az eğitimli orta sınıf erkeklerinin o dönemdeki kadının özgürleşmesinden, güçlenmesinden ne kadar derinden rahatsız olduğunu anlatıyor. Erkek sultası faşizmin kan kardeşidir diye boşuna demiyoruz. Faşizmin yükselişinde bu derin ve gizli rahatsızlığın yabana atılmayacak bir payı var, hep oldu, bugün de var. En ilerici, sözüm ona en özgürlükçü, en eşitlikçi siyasal görüşe sahip topluluk bile eğer içinde kadınlar, mutlak olarak insan kabul edilmek suretiyle yoksa o cemaatten hayır gelmez.

Başkası adına utanmak

“Bacımız, kadınımız, ablamız, annemiz, küçük kızımız” adlı lümpen düşünce evreninde bu azize rollerinden birine değer görülmekten de bahsetmiyorum. Sırf içinde kadın olsun diye kadrajı genişletmekten hiç bahsetmiyorum. Bak şimdi aklıma geldi. Yine bir muteber köşe yazarı, bir duayen, sırf resimde genç kadın olsun diye beni kolumdan tutup çekmişti. Ben topuğumu dayadım yere, o daha çok çekti. Nihayet ben yenildim, utandım çünkü olup bitenden, o kadar insanın önünde. Erkek dünyasıyla yakın dövüş tekniklerini epey tecrübe etmişim, düşününce. Muzaffer çıktığım mücadeleler de olmuştur da bak onları hiç hatırlamıyorum. Ha ha!

Şimdi ben bunları niye anlatıyorum? Durup dururken gibi oldu biraz ama öyle değil. Kuryelerle başlayan, giderek başka iş kollarına da yayıldığını izlediğimiz bir çatlama başladı. Kazasız belasız ve muhalefetin muhtelif anlamsız kırmızı çizgilerini bir kenara bırakarak dayanışma içinde seçime gitmesini bekliyoruz. Aynı anda açlık, ısınamamak, barınamamak bu aydan itibaren ilk faturaların gelmesiyle birlikte toplumsal bir sorun olarak herhangi bir iktidar yanlısının bile görmezlikten gelemeyeceği bir meseleye dönüşecek. Siyasal iktidar giderek içine kapanıyor ve son 20 yıldır kurulan sistem çözülmeye başladı. Türkiye kuruluşundan bu yana görmediği türden bir göç dalgasıyla karşı karşıya. Hasılı, sanırsın ki bu koşullar daha iyi bir ülkenin kurulması için siyasal ortamı mis gibi bir halı sahaya dönüştürüyor. Maalesef ne siyaset ne hayat öyle bir yer. Bütün bu koşullar başta yabancı düşmanlığı olmak üzere başka türlü toplumsal ve siyasal melanetlere karşı ülkeyi daha kırılgan hale getiriyor. Oyunun sertleşmesi sadece kabadayıların işine yarar. Eğer toplumsal öfkeyi örgütleyip yönlendirecek siyasal kudretiniz yoksa bunlar kitlesel faşizmin en sevdiği havalardır. Ülke tarihindeki en karmaşık ve en tehlikeli kırılma noktasındayız. Bundan önceki ‘Ya istiklal ya ölüm!’dü. Biz aslında tarihimizde ikinci kez bir ülkenin kendi kendine “Var olmak istiyor muyum?” diye sorduğu bir zamanı yaşıyoruz. Peki kadınların konuyla ilgisi ne?

Eğer şansımız yaver giderse şiddetsiz bir değişim sürecine gireceğiz. Masada kadınlar olmazsa bu değişim sürecinden çıkmamızı sağlayacak ve devam etmemizin koşullarını belirleyecek toplumsal sözleşme yine sakat doğacak. Peki ne yapmalı? Kadınlar zaten elinden geleni yapıyor. Bir kere zaten öldürülmemeye, tecavüze uğramamaya ve öyle böyle hayatta kalmaya çalışıyoruz. Bu epey zaman ve çaba gerektiren bir mesele. Erkeklerin yapması gereken bir şey var: Dinlemek! Kulağa ne kadar kolay ve hatta önemsiz geliyor. Ama öyle değil. Denemesi bedava. Hatta evde, kendi imkanlarınızla da deneyebilirsiniz. 50 yaşıma yaklaştım ve bir erkeğin bir kadını içten bir merakla ve doğal bir saygıyla dinlediğini -bilhassa etrafta izleyen başka erkekler varsa- belki bir ya da iki kere görmüşümdür. Bir kadının zekasının, bilgisinin ya da yemek yapmak dışında herhangi bir becerisinin açıkça övüldüğünü de… Düşündüm de hatırlayamadım. O övgüler hep yalnızken yapılır. Ezcümle, bir kadını dinlemek, bunu herhangi bir biçimde huzursuz hissettirmeden yapmak, bir erkeğin yapabileceği en ilerici politik eylemdir. Bir erkeğin bunu yapabilmesi için 3 bin yıldır içine işleyen ve aslında farkında bile olmadığı söz söylemeye dair ‘doğal hakkını’ çiğneyip yutması gerekir. Ama bize bu lazım.        

Var mı öyle bir lider?

Geçenlerde Twitter’da şöyle bir soru paylaştım: “Benim iktidarımda kadına el bile kalkmayacak. Ben iktidara geleceğim ve hiçbir kadın öldürülmeyecek” diyen bir siyasi lider var mı? “Sizi kocanıza, babanıza, sevgilinize dövdürtmeyeceğim” sözü verebilecek bir siyasi lider, var mı?

Bu soruları gelecek cevapları içtenlikle merak ettiğim için yazdım. Böyle bir lider var mı yok mu sorusunun cevabından ziyade insanlar ne diyecek diye merak ettim. Bu kadar çok kadın cinayetinin olduğu, nüfusun yarısının diğer yarısı tarafından neredeyse avlandığı bir ülkede bu sözü, böyle bir açıklık ve netlikte siyasal bir sözleşme unsuruna dönüştürmek niye söz konusu olamıyor? Sizce de garip değil mi? Bir bakıma hiç değil, ama o ‘bakımları’ benimsememekte hatta hep yadırgamakta fayda var. Bu soruları sormakta sayısız yararlar var. Kadınlar açısından değil, kadınlar zaten ne olup bittiğinin farkında. Ülke açısından yararlı sorular bunlar. Kurulacağını umduğumuz yeni ve daha adil bir siyasal düzenin şimdiden ölü doğmaması için kadınların bu kuruluşta tüm varlıklarıyla bulunması gerekiyor. İdeolojilerin vitrin mankenleri, eskiden gelin arabalarının önüne konan oyuncak bebekler gibi değil, öfkeleriyle ve değişim talepleriyle, büsbütün insan olarak. Bunun olması için beylerin biraz toparlanarak oturması, bilhassa ilerici beylerin biraz daha ilerleyip kadınlara yer açmaları gerekiyor. Kadınların mücadelesinde erkeklerden bir şey beklemek mi bu? Tam olarak değil. Hatırlatmak istediğim, faşizmin sadece siyasal bir model ya da araç değil, aynı zamanda kökleri bir bakıma kadın korkusunda olan bir yaşama biçimi olduğu gerçeği. Bu ‘bakımlara’ bakalım derim. Hakikaten yeni bir toplumsal sözleşmeye gönlümüz ve niyetimiz varsa tabii.

/Kaynak: Oksijen/