Eylül yapraklarıyla dökülüyor şimdi günler…

 

“ansızın yola koyuluşların ardından

geç kalmış yolculuklar gizlendiğinde

ne içinde ne dışında

eğreti patikasında bulursun kendini…”

 

Tarihin hem anlatılıp, tanıma kavuşturulan yanlarını hem de ancak yaşayanların bilip algıladığı ama daha uzun yıllar su yüzüne çıkmayı başaramayacak yanlarını ele alan dersleriyle yüz yüze gelmeye çalışıyoruz…

Tarihle tanıma kavuşturulup, bu tanım içerisinde kendi ifademizin de hak ettiği yeri bulmasına çabalıyoruz. Tarihin rol dağılımında, hiç birimiz kendi payımıza düşenin yargılanan, mahkum edilen olmasını istemiyoruz elbette. Dolaylı kahramanlığına soyunduğumuz süreçlerin yanında, bazen de rolümüzün olmadığı suçsuz ve haksızlığa uğramış geçmişimizi inatla sermek istiyoruz.

Hatta bazen suçluyu bulduğumuzda biriken bütün büyük günahları onda kusarken, kendi küçük günahlarımızı kendimize saklıyoruz. Nasılsa küçük günahlara yol açan aslında büyük günahlar değil midir, küçük günahlara zemin veren, hak veren belki de…Ama nedense unutuyoruz küçük günahların da tersinden büyüklere aynı şeyi yaptığını. Hem en fazla ve sürekli kendisini yaşatabilen hangisi bu da kocaman bir ?

Ama her şeye rağmen hakikati önümüzde durmasına rağmen görünmez kılan yanlarımızla da görmek görmek istiyoruz. Tam işte bu derken, yine bir gedik bir diğerine çekiyor bizi… Ve görüyoruz ki, en masum olanla en hain olan koyun koyuna kucaklaşıp karışıyor birbirine. Kim kimi besliyor ayrıştırmak hiç de ak-kara gibi kolay değil.

Tarihin hakikatlerine ulaşıp, kendimizi bu hakikatle aklamaya olan arzumuz bizi sıkıca sarmalıyor. Aklanmaya susamış yanlarımızla, yaralarımızın örselenmeden okşanmasını istiyoruz. Bizim de yaralarımızın olduğunun hatırlanması, sağaltılmasından bile önemli olabiliyor, bazen. Masum olduğumuz anların acısını o kadar derinden hissediyoruz ki, bu acılar tüm söylenen ve yazılanlarla dile gelse de, hep “acaba yüreklere olduğu gibi, yaşanan haliyle yansır mı?” kaygısını yaşamaktan kurtulamıyor…….

Kadın tarihinin tüm yanlarıyla, olduğu gibi yani kendisi gibi görüp yazabilecek miyiz, bunu bilemiyorum. Ama bunun bir gün hak ettiği biçimde dile getirilip, yazılabilmesi için bıraktıklarımızın da azımsanmayacak düzeyde olduğu bir gerçek. Bunun için tabi gören sağlam yürekler kadar, zeki kafalara ihtiyaç var. Bilinç ve duygunun birbirine ihanet ve haksızlık etmediği yüce zihniyetten yoksunluk, bu tarihe yaklaştığında, çokça yaşadığımız gibi ya çarpılır ya çarpıtır…

Oysa bunu tüm yaşamı ve mücadelesiyle ortaya koyduğu gibi

yazdıklarıyla-yaşadıkları arasındaki bağı da en derinlikli gösterebilen Önderliktir. Tarihi O’nun yazdıklarıyla her okuduğumuz da, ancak kaçamadığımız tek gerçeklik olarak kendimizi görüyoruz ama gördüğümüzü yorumlarken bilincimizin ulaşabildikleri neyse onunla yetiniyoruz.

İşte böyle kâh geçmişe kâh günümüze gelen köprülerinde yolculuklar yapıyoruz. Ve tüm yaşananlarla, yaşadıklarımız eylül havasına uygun renklere bürünerek geziniyor yüreklerimizde…

Tüm çırpınışlara rağmen geçmişi geri getirip, değiştiremeyeceğimizi bilmenin gerçeğiyle, günümüzün gerçeklerini de kolayca aşamayan yanlarımızla yürüyoruz…

Ve tüm bunların bazen tam içinde, bazen de sanki çok uzağında buluyorum kendimi. Sonra “ifade etsem değişir mi mevsim” diyor içimdeki ses. Tüm mevsimleri harmanlamak istese de yüreğim, sonbaharda tüm mevsimleri izliyor, karşılıyor. Sonbahar ise yine her şeyiyle, her şeye rağmen dostluğuyla terk etmiyor, sessiz ve vazgeçilmezliğini bilerek..

Sonbaharca sevgiler

Sonbaharca yaşanmışlıklarla

Anlayan ve paylaşan

Sevgili yüreklere

Ancak Onurlu barışta

bir gül olup açmak yakışır.

 

Leyla

2007 Sonbahar -PAJK