Gautal: İklim mücadelesinde de en önde kadınlar var

“Ekofeminist Olmak: Kuramlar ve Uygulamalar” kitabının yazarı filozof Jeanne Burgart Goutal, ekofeminist felsefeye mercek tutan çalışmasında, kadınların neden iklim krizinden daha çok etkilendikleri sorusuna yanıt arıyor. Goutal’a göre, kadınlar iklim mücadelesinde de mücadeleyi en çok göğüsleyen toplumsal grup olma özelliği taşıyor.

Cécile Andrzejewski’nin Goutal’ın kitabını incelediği yazısına göre, kamuoyunda ilk olarak Avrupa Ekolojisi-Yeşiller Grubu adayı Sandrine Rousseau’nun adaylığı vesilesiyle ortaya çıkan “ekofeminizm” kavramı, aslında Jeanne Burgart Goutal’ın bize gösterdiği üzere çok daha eskilere dayanıyor.

Ekofeminizm nedir?

Mesela “Kadınlar doğar doğmaz doğaya daha yakındır” demek değildir. Öte yandan, kadınların egemenliği ile doğanınki arasındaki bağlantıları analiz ediyoruz: Sömürü, baskı ve şiddet… Çevresel bozulmanın sonuçları ile toplumsal konum arasındaki bağlantıyı, ataerkil toplumda kadınlar arasındaki bağlantıyı deşifre etmeye çalışıyoruz. Ekofeminizm sözcüğü, Fransa’da, son zamanlarda kamuoyunda gerçekleşen tartışmalarda ortaya çıktı. Ancak bu ne soyut bir kavram ne de yeni bir moda. Bu terim, 1970’lerden beri dünyanın farklı yerlerinde var olan bir hareketi veya daha doğrusu bir dizi çeşitli hareketi ifade ediyor. Hâlihazırda çok çeşitli teoriler ve uygulamalarla uzun bir tarihi kapsıyor.

Hangileri?

Pratik bir faaliyet olarak 1970’lerden itibaren, kendilerini ekofeminist olarak adlandıran kolektifler ve dolayısıyla militan gruplar oluştu. Françoise d’Eaubonne bu sözcüğü ilk kez 1974’te bir makalesinde kullandı. O zamanlar bu kelime daha yeni olsa bile, kesişimsel olarak tanımlanabilecek feminist alandaki militan gruplar tarafından ABD’de ele alındı ve ilgi çekti. İlk eylemciler genellikle zaten feminist olanlardı ama aynı zamanda nükleer güce karşı, Vietnam Savaşı’na karşı veya Kızılderili rönesansı için mücadelede ırkçılık karşıtı eylemde bulunan kadınlardı. Bu büyüyen mücadele zemininde, tüm sorunları dile getirerek tek ve aynı sisteme, yani ataerkil, ırkçı, militarist, kapitalist sisteme karşı harekete geçme arzusu vardı. Sonra ekofeminist kavramı çok somut eylemliklerle dünyaya yayıldı. Zamanın çevre sorunlarını, sosyal adalet, cinsiyet eşitliği, özgürlük vb. konuları birbirine bağladı. Ekofemistlerin ataerkil, ırkçı, militarist, kapitalist tek ve aynı sisteme karşı tüm sorunları dile getirerek harekete geçme arzusu vardı.

Bu konuda hiç örnek var mı?

Hindistan’da, ülkenin kuzeyindeki köylerde ormansızlaşmaya karşı mücadele etrafında birleşen kadınlar, ailelerinin geçimini sağlamak için ormanda çalıştıkları için ağaçları canları pahasına korudular. Kenya’da Wangari Maathai ve onun Yeşil Kuşak Hareketi ile ekofeminist sayılabilecek direnişler buluyoruz. Bu aktivist, yine ormansızlaşmaya karşı mücadeleyi feminist bir mücadeleye bağladı. Çünkü Kenya’da odun toplamaktan kadınlar sorumluydu. Bununla birlikte, ormansızlaşma, onları daha yukarılara gitmeye zorlayarak yaşam koşulları üzerinde çok açık bir etkiye sahipti. Bu nedenle, sorunu aşmak için köylerin etrafına yeşil kuşaklar gibi ağaçlar dikiliyordu. Güney Amerika’da madenciliğe karşı verilen mücadelelerde bu ekofeminist hareketleri buluyoruz. ABD’de, İngiltere’de nükleer güce karşı seferberliklerde… Özellikle feminist bir bakış açısıyla ekoloji ve sosyal adaleti birbirine bağlayarak mücadele etmek ortak nokta.

Nükleer güç ile feminizm nasıl ilişkilendiriliyor?

Nükleer güce karşı mücadelede eylemciler tarafından sıklıkla kullanılan argüman hepsinin birer anne olarak savaştıklarıydı. Aslında, belirli feminist akımlar için bu konu derin sorunlar yarattı. Güney Amerika’da da bu fikir çokça gündeme geldi. Anneler olarak, gezegenin geleceğine yönelik tehditler, insan yaşamını mahvetme olasılığı, sadece soyut kaygılar değil, bedenlerinde hissettikleri korkulardı. Bu, kadınları anne statüsüne geri getiren özcü bir argüman olarak anlaşılabilirdi. Belirli çevreler öyle de gördü. Nükleer enerjiye karşı mücadelede, sivil ve askeri nükleer gücün bağlantılı olduğu fikri de vardı; bu da enerji arzımızın savaşa benzer bir mantıkla yakın suç ortaklığı içinde ne ölçüde ilerlediğini ortaya koyuyordu. Bu nedenle en ünlü ekofeminist gösterilerden biri, ABD Savunma Bakanlığı’nın karargâhı olan Pentagon’un önündeki dramatik yürüyüşler olan “Kadınların Pentagon Eylemi”dir. Nükleerin ötesinde, anlaşılması gereken nokta çevresel bozulmanın cinsiyete göre eşit olmayan etkisidir.

‘Kadınlar doğar doğmaz doğaya daha yakındır’ demekle neyi kast ediyorsunuz?

Çevresel bozulma insanları aynı şekilde etkilemez: Zengin veya fakir olmanıza, hangi ülkede yaşadığınıza, hangi semtte yaşadığınıza vs. bağlı olarak etkilenme oranınız değişir. Bununla birlikte kadınlar, kadın oldukları için değil, çoğu toplumdaki sosyal veya ekonomik konumları nedeniyle en kırılgan zeminde. Aslında, güvencesiz bir kategori olarak kadınlar, iklim krizinden ve doğal afetlerden daha fazla etkileniyorlar. Tarihsel olarak, çevre hareketleri büyük ölçüde kadınlardan oluşuyordu. Bugün iklim için mücadelenin en önünde duranlar yine kadınlar. Çünkü cinsiyete dayalı iş bölümünde, çevresel bozulmanın sağlık açısından en büyük tehditte uğrattığı kesim yine kadınlardır. Çocuklarının sağlıksız doğduğunu, çok sayıda düşük yapıldığını gören, bunu en derin hisseden kadınlardır. Doğru bir slogan vardı: “Önce etkilenen, önce harekete geçer”. Ancak “kadın”ın hiçbir şey ifade etmediğini de unutmamalıyız. Parisli bir kadın, giydiği kıyafetleri yapan Çinli bir işçiyle aynı deneyimleri yaşamaz. Ekofeminizm, kadın durumunun özelliklerini vurgulayacaktır, ancak bunları sınıf, ikamet yeri, ırk vb. sorularla birleştirerek yapmalıdır.

Daha ekolojik bir yaşam tarzı arzusunun yanı sıra bir de zihinsel yük sorunu var: Bu değişimin yükünü ağırlıklı olarak kadınlar çekiyor…

Ekofeministler 1970’lerden beri kendilerine bu soruyu soruyorlar. Ekolojik bir düşünce ve pratiğimiz varsa, risk tam olarak ekolojik zihinsel yükün kadınlara düşmesidir. Daha 1975’te New Woman, New Earth’te ilahiyatçı Rosemary Radford Ruether şöyle yazmıştı: “Kadınlar, ataerkil kültür içinde analiz edildiği şekliyle ekolojik krizde oynamaları istenecek sembolik role karşı dikkatli olmalıdırlar.” Açıkça, ekolojik krizi olağan kalıplarımıza göre analiz edersek, kadınlara gezegenin kurtarıcıları rolünü verme riskini aldığımızı görürüz. Böyle giderse kadınlar, evdeki hasarı onaran evin perileri olduktan sonra, dünyaya verilen hasarı onaran gezegenin perileri olacaklar. Bu bir tuzak… Feminist olmayan bir ekoloji, kadınlara tıpkı bebekler, hastalar vb. ile ilgilendikleri gibi gezegene bakma sorumluluğunu da verir.

Pratikte kampanyalar nasıl yürütülüyor?

Ekofeminizmin militan pratiğinin iki özelliği bu hareketin tarihsel gelişimde öne çıkıyor. Birinci nokta: Gelecekte bir şeylerin değişmesi için kampanya yürütmekle hiçbir zaman yetinmediler, aksine savunduğumuz idealleri burada ve şimdi nasıl somutlaştırabileceğimizi sorguladılar. Bu aktivistler deneycilerdir. İngiltere, Gringham Common’da sadece nükleer füzelerin kurulmasına karşı gösteriler düzenlemekle kalmıyorlar, oraya gidip bir kamp kuruyorlar, burada alternatif bir yaşam biçimini deneyimliyorlar. Buradan yola çıkarak, gündelik yaşamdaki kadın erkek ilişkileri, tüketim ilişkileri nasıl değişebilir diye sorguluyorlar. Ulaşım, meslek, eğitim ve eğlence gibi sosyal yaşamın tüm alanlarında değişimi sorgulanıyor. İkinci nokta: İlk Amerikan ekofeminist kolektifinin kurucularından biri olan Ynestra King’in ortaya attığı “yaşama sevinci” kavramı. Eko-endişe, umutsuzluk ve öfke uyandıran bir durumla karşı karşıya kalındığında politik bir tercih olarak kolektif eylem yoluyla hayatın yanında olmayı nasıl başarabiliriz? Pek çok sanatsal pratikle, şarkıyla, dansla, kendi yaratıcılığımızı yeniden sahiplenerek…

/Kaynak: BirGün/