Gökkuşağı sarayın, ışıklar yoldaşın olsun

Derler ki hatırlamaya değil unutmaya çalışmalı insan. Hatıraları sözün yetersiz kaldığı bir yerde bırakmalı; unutmalı ve yeniden başlamalı…

Derler ki derdin peşine düşmemeli insan. Derdi dert etmeyeni derdin terk ettiğini bilmeli, kendini üzmemeli ve kederin ağır yükünü erken bir vakitte yüreğinden indirmeli…

Derler ki ölüm ebedidir ve insan kaderine boyun eğmelidir. Acının çemberinde dönen ve kaderine isyan eden her kimse her şeyin geçip gideceğini görmeli, hiçbir şeyin fayda etmeyeceğini bilmeli, ölüm gerçeğini kabullenmelidir…

Yine derler ki giden bir daha geri gelmiyor…bir kez açılan yara bir daha kapanmıyor. Zamanın çarkına çivilenmiş insanın içindeki ateş sönmüyor. Kederin çöreklendiği yüreğe hiçbir söz kar etmiyor…ölüm acısı kişiyi ölünceye kadar terk etmiyor… 

Bugün 1 Haziran; Leyla’nın doğum günü ve başımızın üstünde yine kan bulutları…

Yaşasaydı 48’ine girecekti. Biz de ona yeni mücadele yaşında iyi, güzel, anlamlı ve onurlu yeni şeyler dileyecektik.

Olmadı…

Artık hayattan ya da tanrıdan Leyla için dilenecek bir şey kalmadı. Hayat gözlerimizi kanlı bir mendil ile bağladı; dilek kutumuzu parçalayan tanrı ise düşlerimizi hayal kırıklığına uğrattı. Bizi hayata bağlayan ışık kırıldı; elimizde gözyaşı, kalbimizde köz kaldı… 

Ne bir dilek, ne bir düş, ne bir söz, sadece özlem, sadece sessizlik…

 Leyla, geçen yıldan bu yana sürekli kanayan bağrımızda açılmış bir gül yarası, yüreğimizi yakan bir ateş deryasıdır artık…

Yaralı ruhlarımızın coşkusu, kanlı topraklarımızın soluğu Leyla 1 Haziran 1973’te Van’da dünyaya geldi. Kim olduğunu, daha doğrusu kim olmak istediğini genç yaşında sezmiş, hayatın karşısına çıkardıklarıyla yetinmemiş, kaderini kendisi yazmayı tercih etmişti. Kendine yeni bir yaşam ve yeni bir kader çizmek için de mücadele etmeyi seçmiş özel biriydi…

Daha genç yaşında dünyaya sığmayan ruhunun sınırlarını test etmek istiyor, bunun ruhuna iyi geldiğini hissediyordu. Bu yüzden hayatı boyunca hep mücadele etti. Durmadan, soluklanmadan, aşkla, inançla, kararlılıkla hayatı çekilmez kılan haksızlıklarla, zulme, baskıya ve yasaklara karşı mücadele etti. 

Mücadeleyle geçen 30 yıla yakın zamana da çok şey sığdırdı.Kendi hayatının anlamını kendi emeği, çabası ve bedeliyle kendisi yarattı. Bu uğurda inanılmaz şeyler yaşadı; korkunç olaylara, acılara, kahramanlıklara, korkaklıklara, inceliklere, küstahlıklara ve daha bir yığın şeye şahitlik etti.

Sadece düşmana karşı da değil, özgürlük kavgasını tüketen her türden gericiliğe karşı da sesini yükseltti, direndi ve bunun da bedelini ödedi.

Leyla, ona acı veren ve yaşadıkça izi geçmeyen haksızlıklara uğrasa da yılmadı. Yüreğinden ve değerlerinden aldığı güçle dayandı, direndi. Tutkuyla sevdiği kendisine, ölümüne benimsediği değerlerine ve yaşamını adadığı mücadelesine her koşulda sahip çıkmasını bildi. 

Mücadele içinde emeğiyle, alın teri, özverisi, cesareti, samimiyetiyle bedelini ödeyerek ilerledi. Haklı kavgada bu sayede öne çıktı ve hak edilmiş bir saygınlık kazandı…

Leyla’nın başı her zaman, her koşulda hep yukarıdaydı. Şartlar ne olursa olsun başını dik tutardı. Kendini sever, sayar, kendinden gurur duyardı ve buna hakkı vardı…

Kişiliğine uygun yaşayan Leyla, kendisini anlattığı bir yazısında şöyle diyordu:

‘’Benzeşmek istemiyorum, farkımı korumak istiyorum. Sürekli bedellerle örülmüş yürüyüşümün anlamsızlaştırılmasını, anlamsızlaşmasını istemiyorum…Bu konuda ne kadar eleştiri alsam da kendi bildiğim yöntemlerde hep ısrar ettim. Bunun doğruluğuna inandım. Sonuçlarını da hayatın içinde gördüm. Benim temel ölçüm; önce kendin olmaktır, farkını korumaktır…’’

Yaşadığı acılara rağmen ümidi, sevinci ve neşesi sonsuzdu.Yüzünden eksik etmediği gülüşü karanlığı aydınlatan ışık gibiydi. Onda acının ve kederin bile ayrı bir tadı vardı. Kederlerini içinde ıssız bir köşeye itse de her zaman görünen ve etkileyen bir yanı vardı. Ayrıca acısıyla ve kederleriyle barışıktı. Kendinden hiçbir zaman kaçmadı, her aşamada kendisiyle yüzleşmeyi başardı. 

Leyla, kaderini kanlı toprakların kaderiyle ölümün eşiğinde birleştirmişti. Ölüm gölgesi gibi hep onunla birlikteydi. Tendürek’te, Zağroslar’da, Avaşin’de, Gare’de ve son olarak Afrin’de ölümle iç içe bir ömür geçirdi.

Kim olduğunu, kim olmak istediğini önceden sezen ve bunun farkında olarak kendi yolunda ilerleyen Leyla, bu dünyadan erken ayrılacağını da sezmişti. Bunu da yazılarında görmek mümkündü. Afrin’in işgali günlerinde günlüğüne şunları yazmıştı:

Ölüm bu topraklarda her yerde ve her biçimde karşımıza çıkmaya devam ediyor. Bulunduğumuz okulun arkasındaki apartmanı uçaklar vurdu. Bir adam bir kız çocuğunu yerden alıp koşmaya başladı… hastaneye yetiştirmeye çalışıyor… on, onbir yaşlarında bir kız çocuğu.. kafasından kan geliyor… tacı yere düşüyor. Yetişmek, o çocuğa sarılmak istiyorum ama yetişemiyorum…çocuk şehit düşüyor… 

Tacı düşmüş,  saçları sarkmış kız çocuğunun vurulduğu yere gittim… yerde kan izleri, şarapnel parçaları, yanmış duvarlar..Hiçbir şey ölen bir çocuktan daha anlamlı değildir benim için. Yüreğim paramparça, duygularım paramparça, hayallerim paramparça yavaş yavaş ilerledim…Düşman uçakları vuruyor, arkadaşlar, ‘içeri gir, içeri gir,’ diye bağırıyor… Etkilenmedim. Sanırım ruhsal olarak ölümün her biçimini yaşadığım için bedenim fiziksel ölümü artık umursamıyor….

Derler ki her insanın bir hayat hikayesi vardır. Önemli olan hikayenin uzun ya da kısa olması değil, anlamlı olmasıdır. Önemli olan hikayenin hayata ve insan kattıklarıdır.

Derler ki bazı insanlar alçalarak, bazıları ise kanatlanarak yükselir. İnsan hayatını kaybetmekten daha acı olan şeyin hayatın anlamını kaybetmek olduğunu bilir. Hayatına anlam katan insan özeldir ve ölümden sonra bile hayat onun etrafında dönecektir…

Yine derler ki hayat ırmağı akıp gidecektir ve gün gelecek gökkuşağı 40 yıl boyunca gökyüzünde her gün, her gece görülecektir. 40 yılın sonunda ise gökkuşağına çıkmayı hak etmiş özel insanlar yeniden yeryüzüne inecektir ve ‘büyük kavuşma’ böyle gerçekleşecektir…

Doğum günün kutlu olsun Leyla..! 

Gökkuşağı sarayın, ışıklar yoldaşın olsun…