Günay Aslan: Kara bayram…

                                                                                     Gül fidanları gölgeliyor toprağı, uzakta bir yerde, bir mezar kucaklıyor dalgalı saçları… 

Bugün bayramın ikinci, Leyla’nın bizi kan rengi bir yalnızlığın içinde bir başımıza bırakmasının ve sonsuzluğa kanat açmasının 40’ıncı günü…

40 gün…960 saat…57 bin 600 dakika…3 milyon 456 bin saniye…207 milyon 360 bin salise… 3 milyar 460 milyon milisaniye…

Kalbimizde yaralı bir kuş gibi çırpınan ve her an’a binlerce ah sığdıran kurşundan ağır bir zaman…

Her an’ı bir cam parçasıyla içimize kazınan ve orada can havliyle yankılanan acı, yas, taziye üçgeninde bıçak gibi keskin hüzünlerin içinden geçip giden 40 uzun gün…

Kendi ateşinde yanıp küle dönen ve sönmek nedir bilmeyen 40 uzun gece…

Adına hayat dediğimiz camdan köprünün ortasından kırıldığı, kara haberin göğsümüze paslı bir hançer gibi saplandığı o günden bu yana, kanlı, karanlık bir zamanın vurduğu yaralı kuşlar gibi zembereğinden kurtulmuş acımızla başa çıkmaya çalışıyoruz.

Bir yandan bunu yapıyor, diğer yandan ne olduğunu anlamaya, başımıza ne türden bir felaketin geldiğini kavramaya ve neyi kaybettiğimizin farkına da varmaya çalışıyor, ardı arkası kesilmeyen sorular ve iç çekmeler eşliğinde yürek ezdiriyoruz.

40 gün, 40 gecedir yürek yangınları ve kan revan içinde ruh daralmaları yaşıyor, kan rengi her gecenin ve gül yangını her günün ateşten bir çembere dönen her bir zaman diliminde Leyla’yı hatırlıyor ve birbirimize hatırlatıyoruz.

Ölümden başka her şeyi hatırlayarak, anılarla birlikte yürek çoğaltarak, onsuz bir hayatı unutmaya çalışarak ve ölümsüzlük düşleri kurarak Leyla’yı hatırlıyor; onunla geçen ve şimdi içimizde bir ağıt gibi yükselen o kısa zamana üzülüyor, ateşten keşkelerle çaresizliğimizin üstesinden gelmeye çalışıyoruz.

Keşkelerimizin harladığı kendi ateşimizin içinde cayır cayır yanmaya aldırmadan, sürekli ona doğru yolculuklara çıkıyoruz…

Tam da varmışken; Leyla’yı eskiden olduğu gibi kucaklamış, sarıp sarmalamışken birden bire ortasından kırılmış kalbimizin boğumundan bir ses yükseliyor, irkiliyoruz; ve sınırlarını acının çizdiği cehennemi gerçeğe geri dönüyor, kederler içinde ölüm karşısında ne kadar güçsüz ve ne kadar çaresiz kaldığımızın bir kez daha farkına varıyoruz.

Leyla’ya doğru yolculuğa çıktığımız her defasında ölüm acısı şiddetli bir deprem gibi ruhumuzu sarsıyor ve bizi küskün, kırılgan ve kanayan bir sessizliğin içine itiyor.

Orada acıyla, öfkeyle, sabırla susuyor, susuyor, susuyoruz…

Leyla’nın bir armağan gibi hayatlarına girdiği talihli ve onu doya doya yaşayamayan bir o kadar da talihsiz kardeşleri olarak kanayan kelimelerle kurduğumuz alevli cümlelerle önce hep birlikte Leyla’yı konuşuyor, sonra yine hep birlikte ve yine aynı neden ötürü içimize geri dönüyor, ruhumuzu sarsan fırtınalı suskunluğa gömülüyoruz.

Acının yaktığı ve tutsak aldığı ağzımızı yüreğimize doğru açıyor, yarım kalmışlıklarımız için sessiz ağıtlar yakıyor, suskunluk içinde kanıyor, yanardağ külleri gibi savruluyor, kalbimizin uçurumundan aşağıya sessiz çığlıklar düşürüyor, ‘toprağın içinde topraksız, yurdun içinde yurtsuz kalan’ Leyla’nın aziz hatırasına yüzümüzü sürüyor; ateşin düştüğü yerde yanmayı sürdürüyoruz…

Ayrıca 40 gün, 40 gecedir içimizdeki cehennemin içinden yükselen o soruya cevap bulmaya çalışıyoruz.  Şimdi ne yapacağımızı ve Leyla’sız nasıl yaşayacağımızı düşünüyoruz.

Sürekli bunu soruyoruz ancak, her defasında yine Leyla ile karşılaşıyoruz. Yıldırım şiddetiyle ortasından kırılmış hayatlarımızın tutunacağı tek dal olarak önümüzde yine Leyla’nın olduğunu görüyoruz.

Rengi ve seyri değişen hayatımız için tek umut, tek yol, tutunacak tek dal olarak karşımıza her defasında Leyla, sadece Leyla, bir tek Leyla çıkıyor…

Ondan başka, onun anısından, onurlu mirasından ve gökyüzü gibi engin ruhundan başka ailesi olarak bizim tutunacağımız başka bir şeyin olmadığını da o bize öğretiyor.

Her bir kardeşin yüreği bir yanardağ şimdi ve biz bu ateşin sönmeyeceğini, acımızın dinmeyeceğini, hiçbir şeyin ve sözün bizi teselli etmeye yetmeyeceğini ve bağrımızda açılan yarayı iyileştirmeyeceğini biliyoruz.

Hayatımızın seyri ve rengi değişecek, ömrümüz yanardağın içinde çırpınan yaralı bir kuşun ömrü kadar ve çığlık çığlığa geçecek; bunun farkındayız.

Bu yüzden de bir gül yaprağı gibi elimizden kayıp giden, uzun, dalgalı saçlarını bir kelebek misali sonsuzluk rüzgarlarına veren Leyla’nın acısıyla kesilen nefemizi son anına kadar yine onunla ve onun için tüketeceğiz.

Hayatın bize armağan ettiği, ‘’Jin, Jiyan, Azadi’’nin doruklarındaki Leyla’yı, ailesi olarak biz de insanlığa geri verecek; onun görkemli anısını özgürlük için diren dünya kadınlarına kutlu bir armağan gibi emanet edeceğiz.

Leyla Kürtlerin özgürlük perisiydi. Bizim de en iyimiz, en güzelimiz, en yüreklimizdi.

Dolayısıyla en iyi, en güzel ve en yürekli kadınlarımızı vahşice ve adice öldüren Türk devletine ve erkek egemen sisteme karşı Leyla’yı yaşatmak, onun bilge gülüşlerini göğün göğsünde bir bayrak gibi dalgalandırmak bizim onur borcumuzdur.

Yaramızı bununla sarmaya, zembereğinden boşalan acımızla bunu yaparak hesaplaşmaya çalışacağız…