Günay Aslan: Serçelerin sessizliği içinde

Steinbeck, ‘’İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!” diyor, Fareler ve İnsanlar kitabında. İçinden geçmekte olduğumuz süreç tam da böyle. İnsanın kendi değerlerine bağlı kalarak ayakta kalabilmesi bir yana, soluk alabilmesinin bile çok zor olduğu bir dönem.

Böylesi ‘zor zamanlarda’ insan, ruhunu kamçılayan olaylar, aklını ve duygularını yaralayan gidişat nedeniyle ne huzur bulabiliyor ne de kendini bir biçimde var edebiliyor. Akıl dayatmaları ve duygusal sarsıntılar eşliğinde oraya buraya savrulmaktan, günü kurtarmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyor, yapamıyor. 

Yapması gerekenlerin yapılması gerekeni yapmadığı ya da yapamadığı böylesi bir dönemde insanın elinden bundan fazlası gelmiyor.

Gündelik hayatta acı bombardımanına tutulan ruhumuza son zamanlarda artık dalgın bakışlarımız eşlik ediyor. Eksiliyor birer birer içimizde kalan eski sevinçler. Her gün kederler içinde kendi kimsesizliğimize sığınıyoruz. Yolun başında kimsesizliğimizi sonlandırmaya ant içmişken üstelik.

Yolun başında şimdi sonsuzluk yıldızları parlıyor.  Özgürlük (!) çitlerleriyle çevrilmiş kulübelerden ise efendisine hayran kölelerin sesleri geliyor. Geçmişin kalıntılarına sığınmış serçeler de sessizlik içinde gölge oyunlarını izliyor. Onlar ki bir zamanlar kanatlarında yürekleri zirvelerde uçuyorlardı. 

Rota şaştı, yolu sis bastı, anlamını yitiren söz boşlukta kaldı…

Ses sadece çırpınıyor, bakışlar son günlerde yalnızca öne akıyor ve yoğun sisin kapattığı zamanın peşindeki gün artık batıyor ki ışığı boğmak için heveslenmiş karanlık yüzünden uykuları kâbuslar basıyor. 

Çok şey gibi artık güzel rüyalar da geride, hayallerimiz havada asılı kaldı. Şimdi çanlar canımızdan öte umutlarımız için çalıyor…

Sadece nefes almaksa yaşamak; insan cehennemin tam ortasında bile soluyacak havayı buluyor. Ve artık son zamanlarda sadece nefes almakla yetiniyoruz. Ve yenilmiş ve yaralı ve umutsuz bir kuşak olarak ne unutmayı ne yıkıntıları onarmayı ne de yaşanan çöküşü durdurmayı vaat edebiliyoruz. 

Bunu yapamadığımız içindir ki hayallerimizi yitirdiğimiz yerde şimdi cenazemiz kalkıyor…

Kimimiz veda etme fırsatı bile bulamadan çekip gidiyor, kimimiz hissizlikle hüzün arasındaki çölde uzanmış sıramızın gelmesini bekliyoruz. Bir kalbimiz olduğunu ya birini gömdüğümüzde ya da kalbimiz bizi bir köşede sıkıştırdığında fark edebiliyoruz artık. 

Karanlık, sadece dışarıdaki ışığı boğmakla kalmıyor, içimize de işliyor. İçimizde yanardağ gibi patlayan mevsimlerden eser kalmadı ama hala inat ediyor, düşe kalka da olsa yola devam etmek ediyoruz. Fakat, yol uzadıkça yükümüz de artıyor ve artık yükümüzü hafifletecek başka yolcular da yok. 

Yol bitmese de, eli yüreğinde yolcu kalmadı ve şimdi geçip gitmesini bekliyoruz kötü günlerin. Ne ki geçmiyor. Herkes bir yerlerinden kırıldı ve herkes gücü yettiğince kendine yetişmeye çalışıyor… 

İnsan yarayı içeriden alınca kanaması durmuyor… 

Birileri bizi unutmayın diye sürekli kulaklarımıza fısıldıyor. Sesler eşlik ediyor her anımıza. Sadece seslerle yaşıyoruz. Unutuluşların ülkesinde herkes kendi hikâyesini hafızasında canlı tutmaya çalışıyor, herkes kendi hikâyesine unutmamak için sıkı sıkıya sarılmanın kavgasını veriyor. 

Hikâyesiyle başa çıkamayan benim gibiler ise çareyi hafızayı silmekte buluyor.. Bunu gerçekleştirmenin peşinden koşuyor…

Steinbeck ile başladık onunla bitirelim;  “İnsanlar ikiye ayrılırlar’’ diyor, ünlü yazar, ‘’Başkaları için yaşayanlar, başkaları sayesinde yaşayanlar…’’

Başkaları için yaşayanların yazdığı hikâyeyi, başkaları sayesinde yaşayanların ele geçirdiği günlerden geçiyoruz…

Başkaları için yaşayanlar gitti, gittiniz Leyla…

Başkaları sayesinde yaşayanlar ise her gün bir öncekini yadsıyan yeni bir hikâye yazıyor…

Ateş düştüğü yerde değil, serçelerin yüreğinde yanarmış Leyla…