Kirletilen değerlerin yeniden inşasını mümkün kılacağız

Bilinç henüz doğadan ayrılmamışken, farkındalık durumu gelişmemişken insan; oluşum sancıları süren evrende kendini, varoluşunu içgüdüleri aracılığıyla korumaya çalışıyordu. Açlık, korunma, barınma, çoğalma güdüleri topluluk halinde yaşamayı gerekli kıldı. Ve Önderliğin deyimi ile taşın ilk kez yerden kaldırılıp bir amaç için kullanılmasıyla insanlaşma süreci de başlamış oldu. 

Hayatta kalma ihtiyacı düşünmeyi geliştirdi, düşüncenin gelişimi maddi ve manevi üretim araçlarının keşfini sağladı. İnsanların bir arada olma ihtiyacının tercihli kılınıp, ortaklaşmaya, paylaşmaya, iş bölümüne, üretime yol açması toplumsallaşmanın diğer bir deyişle kültürel değerlerin yaratımında önünü açtı. 

Kültür zamana, coğrafyaya, doğa koşullarına ve topluma göre değişim gösteren, yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli olan tüm ihtiyaçların nasıl ve nereden temin edileceği hususuna cevap veren, tüm maddi ve manevi zihniyet ya da kurumsal anlamdaki üretim biçimleridir. Kültür, toplumsal bilinç ve hafızadan ahlaki ve estetik değer yargılarına, üretim ve tüketim biçiminden siyasal, askeri ve ekonomik yöntemlere, savunma sistemlerinden, hukuk-iletişim ve eğitim sistemlerine, din, dil ve tarih birliğinden düşünme ve anlama yetisine kadar oldukça kapsayıcı bir bütünselliğin ve toplumsal inşa modelinin ifadesidir. 

Kültürü yaratıcı kılan toplumsal zihniyettir. Fakat toplumsal değerlerin kötü bir amaç ve zihniyet tarafından kullanılması kültür üretimini tersi yönde etkiler. Düşmanca karşıtlık durumu tarihsel süreç boyunca devam etmiş, kültürler çatışması kırıntılarla sürdürülse de ezeli bir mücadeleye zemin olmuştur. İyi-kötü, güzel-çirkin, üretici-tüketici, çıkarcı-paylaşım vb. değerler toplumsal sistemlerde farklı şekillerde anlamlandırılmış ve önemsenmiştir.

 Neolitik dönemde yaratılan kültürel değerler mitolojik ve trajik bir gasp olayı ile devletçi-uygarlık kültürü tarafından ters yüz edilmiş, sömürülmüş, anlam ve değer kaybına uğratılmıştır. Ve toplumsal hafızada öyle derin boşluklar oluşturmuştur ki kapitalist modernitenin bunalımı sayılan yabancılaşma olgusu insanın ilk taş öncesi karanlığa çekmekte ve boğmaktadır. 

Tel Halaf kültürünün sınıfsız,  sömürüsüz, demokratik, üretici, animist anacıl dünya görüşü ve toplum olgusu, El Übeyt kültürün hiyerarşik-devletçi- hanedancı, ataerkil uygarlık yaratımına yenilmiş ve son beş bin yıllık süreç bu değer yitimimin özlemi ve arayışları ile süre gelmiştir.  

Bugün bile dünya siyasetinin evrensel değerler çerçevesinde meşrulaştırılmak istenmesi Tanrıça’dan çalınan Me’lerin yok edilmediğini ve aksine bir sistem olsa bile toplum tarafından kabulü için bu yasalara ihtiyaç duyulduğunu ve öz değerlerin korunduğunu göstermektedir.

Her dönem kendi ihtiyaçlarına göre bir toplum ve değerler sistemi yaratmıştır. Köleci-sınıflı uygarlığın Zigguratlarında üretilen iktidarcı zihniyetle kültürel gelişim ve toplumsallaşma sürecine ket vurulmuş ve insanlık âdete bu nokta da dondurulmuştur. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı, sınıflı uygarlığın hiçliğe itilen insan ve toplumunu iradesiz, kaderci, kul ve sürü statüsüne çıkarmış ve erkeği kurtarmaya yeltenen bu ataerkil zihniyetin devamlılığı için kurban, kul ve hediye olarak sunulan kadın olmuştur. Feodal sistemin saray ve şatolarına yerleştirilen, erkeğin korumasına verilen ve vekâleten irade sahibi kılınan kadını bu ikincil konumundan zaman ve mekân değişimi bile kurtaramamıştır.

Günümüze gelindiğinde ise kapitalist modernitenin liberal ideolojisi kadına kısmi bir statü ve varlık sahası diğer bir deyişle fırsat eşitliği yaratsa da (ki bu büyük tarihi kadın mücadele ve direnişleri sayesinde elde edilmiştir, büyük bedeller ödenmiştir) kadın, kar, sermaye alanından meta olmaktan kurtulamamış, aksine her zamankinden daha derin ve incelikli bir sömürü, maddi –manevi deformasyona uğratılmıştır. 

Her zamankinden daha ciddi bir anti kültür zihniyeti ile karşı karşıya gelmiştir. Toplum sıkı sıkıya korumaya çalıştığı kültür kırıntılarını bile kapitalizmin kar hırsına kurban vermemektedir. Her şeyin içi boşaltılıp, anlamsız ve değersiz hatta işlevsiz ve hantal kılınmaya çalışılmaktadır. 

Yeme-içme- oturma-konuşma-giyim-kuşam- müzik-dans-sanat ve edebiyat, cenaze ve düğün törenleri, eğlence ve yas biçimleri, örf, adet, görenek ve gelenekleri hatta soy kırımdan tutun asimilasyona kadar ulus devlet çarkında yok edilmek istenen halkların mücadeleleri, kahramanları, önderleri, acıları ve kayıpları bile kapitalizmin hiçbir değer tanımayan darphane tapınaklarına ham madde olarak girip, para olarak çıkmaktadır. 

Üstelik kullanım değeri halkının yabancılaşma ölçüsüne ya da kendi ürettiği değerine alım gücüne eşip-erişmesine göre değişmektedir. İşte burası dünyanın tersine dönmesinin dilendiği noktadır.

Kültür toplumsal irade, anlam gücü, ortak yaşam istemi ve ölçüleridir. Bugün anti kültür ya da kültürsüzlük olarak adlandırılabilecek kapitalist modernitenin tüm örüntüleri anlam gücünün ve kolektivizmin yitimi demektir. Değersizlik; yaratım gücünden, sevgi ve emek ihtiyacından yoksun bırakma ve iradenin darbelenmesi demektir. 

Mücadele biçimimiz ve azmimiz kaybedilen ya da kirletilen değerlerin yeniden inşasını ve kazanılmasını mümkün kılacaktır. Bir kimlik edinebilme hatta değerlere kimlik kazandırma hakkını elde etmemiz, iz bırakmamızı ve geleceğin kültürlü kılınmasını sağlayacaktır. 

Bunun için de güdüsel farkındalık değil ideolojik mücadele ve kapsamlı bir toplumsal bilinç gerekmektedir.