Protesto Aktörü Olarak Kadınlar: Cumartesi Anneleri 

Çığlıkların fotoğrafı olur mu demeyin/ Dönüp de bakın/ gözlerindeki küllerde / Sıcak sakladıkları oğul özlemlerine”

Cumartesi Anneleri hareketi, siyasal yaşamımıza 1990’lı yıllarda girmiş ve 2000’li yıllarda eylemlerdeki ısrarlarını sürdürerek Türkiye’nin toplumsal muhalefet tarihinde önemli bir konum elde etmiş bir harekettir.

Yakınlarının resmi makamlarca hukuk dışı prosedürler uygulanarak gözaltına alındığını ve kaybedildiğini iddia eden beş ailenin 27 Mayıs 1995 senesinde Galatasaray Meydanı’nda oturmasıyla başlayan protesto eylemleri, 1999 senesine kadar kesintisiz sürmüştür.

Her hafta Cumartesi günü saat 12.00’da başlayıp yarım saat süren oturma eylemlerinde, sessiz oturma süresi bittikten sonra bir kaybın hikâyesi okunur ve 13 Mart 1999 tarihinde, polisin eylemlere müdahalesi sürekli hale gelince, protestocular eylemlere ara vermeye karar vermiştir.

Eylemler, 1999 senesinden 2009 senesine kadar yapılamamıştır.

Eylemlere düzenli olarak katılan Seher, ara vermeye nasıl karar verdiklerini şu şekilde açıklıyor:

Eylemin uzun soluklu annelik hassasiyeti nedeniyledir

“Bu anneler, yedi ay boyunca sistematik olarak dayak yediler, her hafta gözaltına alındılar. Aramızda kanser hastası, sara hastası, astım hastası anneler vardı. Bu insanlar için hayati risk vardı, buna rağmen ısrar ettiler. Yaşlı ve hastalar bir müddet ara versin, biz genç aktivistler devam ettirelim dedik. Bunu yaşlı anneler kabul etmediler, bunun üzerine ara verdik.”

31 Ocak 2009 tarihinde, Ergenekon 1 yargılamaları nedeniyle eylemler tekrar başlamıştır. Bu davalarda gözaltında kayıp suçuyla ilişkilendirilen kişilerin yargılananlar arasında olması, kayıp yakınlarında hukuksal süreci tekrar gündeme getirmek için bir motivasyon yaratmış; bu nedenle eylemler tekrar örgütlenmiştir.

2020 itibariyle yirmi beşinci seneye ulaşan eylemlere katılımda kadınların ağırlıkta olduğu görülmektedir. Kadınların eylemlerdeki ağırlığı, eylemlerin bu kadar uzun sürmesiyle doğrudan ilişkilidir. Eylemci Ayla’nın ifadeleri, kadınların eylemlerdeki önemine vurgu yapıyor:

“Kadınlar bunu her iktidara kabul ettirdiler, ister sağ muhafazakâr olsun ister İslami orijinli olsun hiç fark etmez. Bu ülkede kadınlar çok duyarlı, her kadın evladın ne anlama geldiğini bilir. Ben eylemlerin bu kadar uzun sürmesinin ilk nedeninin kadınların direnci olduğunu düşünüyorum. Çünkü annelik duygusu çok önemli bir şey, evladını kaybetmiş bir anne var ortada. Annelik hassasiyeti, kadınlık hassasiyeti, daha bir duyarlı ve ısrarı olmak kadınlara özgü diye düşünüyorum.”

“Cumartesi Anneleri,” eylemlerin ilk başladığı yıllarda annelerin eylemlere yoğunluklu olarak katılması nedeniyle basının eylemcilere yakıştırdığı bir adlandırma olmuştur. Protesto eylemlerine kayıp yakınları olarak anneler, eşler, kız kardeşler ve hatta yeğenler, kuzenler katılmaktadır.

Görüldüğü gibi anneler, sadece kayıp yakınlarının bir kısmını meydana getirmektedir. Diğer grupta ise, kendilerini “hak savunucuları” olarak tanımlayan ve farklı meslek gruplarından gelen aktivist kadınlar yer almaktadır. Bu kadınlar, hareketin sadece annelik aktivizmi kapsamında değerlendirilmemesi gereğinden yola çıkarak kendilerine “Cumartesi İnsanları” ismini vermişlerdir.

Cumartesi Anneleri’nin protestosunu birlikte inşa eden Cumartesi Anneleri ve Cumartesi İnsanları, protesto sürecinde kendilerine yeni bir gündelik yaşam oluşturarak Henri Lefebvre’nin ifadesiyle, gündelik hayatlarını “bir yapıt olarak” üretmişlerdir.

“Gündelik hayat, sürekliliğin, ataletin ve pasifliklerin içinde, yerleşik olanı altüst etmeye dek varan dönüşüm unsurlarını kendinde gösterir” ifadesi, kadınların gündelik hayatlarının dönüşümünü incelemek açısından elverişli bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.

Gündelik yaşamın artık sürdürülemez hale gelmesi, sorunsalımız açısından kayıp deneyiminin protestoya dönüşüm sürecinde açığa çıkmaktadır. Bu nedenle, kayıp yakınlarının protesto aktörlerine dönüşüm süreçlerinde gündelik yaşamlarını da dönüştürmeleri üzerine odaklanılmaktadır. Kaybın öğrenildiği travmatik an, dönüşümün başlangıç noktasını oluşturur.

Oğlum alındıktan sonra hayatım değişti

Cumartesi İnsanları açısından ise gündelik yaşamın dönüşümü, kayıp yakınları ile temas ederek içine girdikleri ikincil travmatizasyon süreci ile başlamaktadır. Kayıp yakınlarının yaşadığı süreç, yasın daha derinlikli olduğu bir toplumsallaşma sürecidir. Bu zor dönem, doğrudan travmatizasyonu deneyimleme nedeniyle gündelik yaşamın acı bir kesik ile yarılmasına neden olmaktadır.

Cumartesi Anneleri’nden Gülsüm, yaşadığı dönüşümü şu sözlerle ifade ediyor:

“Ev hanımıydım, evimdeydim. Çocuklarımı yedirirdim, içirirdim, dokurdum, giydirirdim, hayatım böyle geçerdi. Bir gün oldu ki, çocuğum politik faaliyetlere katılmaya başladı ve gözaltına alındı. Benim de dünyam değişti o zaman. Elimden geldiğince evin işini de aksatmamaya çalışırdım, sabahlara kadar iş görürdüm evde; ama oğlum alındıktan sonra hiçbir güç ve kimse engelleyemedi benii”

İfadeler, bir annenin çocuğunun politikleşmesi sürecine kayıtsız kalamadığı ve onun geleceğine yönelik kaygıları nedeniyle kendi yaşamının da politikleştiği yaşamsal bir süreci tanımlamakta. “Benim de dünyam değişti o zaman” ifadesi, annenin çocuğunun akıbetini öğrenmesiyle birlikte kendi gündelik yaşamını da yeniden ürettiği bir sürece işaret etmektedir.

Bir diğer anne ise deneyimlerini şu şekilde aktarıyor:

“Çocuğumu aramak için televizyonlara çıktım. Karakollara gittim, avukat tuttum. Her yerde aradım. Kardeşlerim memleketten aradılar, bizi rezil ettin dediler, kamusal alandaki bu arayışım ailemi rahatsız ediyordu. Hem de beni -oğlumun babası olmadığı için- sen sahip çıkamadın diye suçluyorlardı. Bu yirmi iki yılda, nerede bir adaletsizlik çıkarsa ordayım, bir yönüyle politik olarak bilinçlendim.”

Kaybın aranması kadınların protestoya müdahil olmasına neden olmaktadır. Politik kimlik edinme sürecinde, kadınlar bir yandan ailelerinden de tepki görerek yalnızlaşmakta, öte yandan benzer durumda olan insanlarla bir araya gelerek toplumsallaşmaktadırlar.

“Politik olarak bilinçlendim” cümlesi, gündelik yaşamın dönüştüğü, kadınların protesto aktörleri haline geldiği bir süreci ifade etmektedir. Handan Çağlayan, 1990’lı yılların kadınların anne kimliği ile kamusal alana çıktığı bir dönem olduğunu belirterek, anneliğin politik özneleşme sürecinde önemli bir temsiliyet oluşturduğunu ifade eder.

Gözde Orhan ise benzer şekilde, Cumartesi Anneleri hareketinin anneliğin politizasyonunu örneklendiren önemli bir hareket olduğunu belirtir. Bu bağlamda Cumartesi Anneleri’nin aktivizmi, “annelik politik kimliği ile kamusal ve özel alan arasındaki sınırları kesen bir süreç” olarak değerlendirilir.

Burada dikkat çeken şey, kadınların kamusal alana müdahil olurken aslında bunu özel alandaki görevlerinin uzantısı olarak görmeleridir. Annelik vazifesi, toplumun önemli bir kısmı tarafından kadınların en önemli görevlerinden biri olarak addedilmektedir. Bu nedenle, çocuğunu aramak ve onun iyiliğinden emin olmak isteyen bir annenin arayışı, kamuoyunun dikkatini çekmektedir.

Kaybın öğrenildiği andan itibaren, kadınların hane içi sorumluluklarının yanına bir de kaybın akıbetini öğrenme çabası eklenmekte; gündelik hayat hem kamusal yaşamı hem de özel yaşamı bütünleyen yükümlülüklerle örülmektedir. Annelerin yanı sıra eşler de bu zorlu süreçte farklı deneyimler yaşamaktadırlar.

Eşini kaybeden Handan, yaşadığı travmatik deneyimi şu şekilde aktarıyor:

“Günlük yaşamımızda sabah kalkıyorduk çocuklarımızla uğraşıyorduk. Çocuklara yemek yapmak, çamaşır yıkamak; yani normal ev işleri ile uğraşıyordum. Arada bize yakın olan yerlerden, atölyeden iş alıp yapıyordum evde zaman geçsin diye. Eşim kaybolduktan sonra benim tamamen her şeyim altüst oldu. Bir yandan çocuklarıma hem annelik hem babalık yapmak zorunda kaldım. Benim beş çocuğumun babası hayat arkadaşım kayıp. Onun için bir yandan onu bulmak için mücadele etmem gerekiyordu.’’

Annelik duygusu ve bedel ödeme korkusu 

Görüldüğü gibi, kayıp yakınlarının yaşadığı travmatizasyon, eşler, anneler, çocuklar ve tüm yakınlar açısından tutulamayan yasın tetiklediği, kaybı arama mücadelesine eklemlenen çok çetin bir sürece işaret eder. Kendilerini Cumartesi İnsanları olarak ifade eden aktivistler açısından protesto ve gündelik yaşam ilişkisi irdelendiğinde, aktivistlerin tıpkı kayıp yakınları gibi protestoyu gündelik hayat içerisinde mevcut rutinlerden biri haline dönüştürdükleri görülür. Kayıp yakını kadınlarda neredeyse hiç karşılaşılmayan ancak Cumartesi İnsanları açısından gündelik hayatı daha fazla kuşatan olgu ise, “bedel ödeme korkusu”dur.

Bu duygu, gündelik hayatı çepeçevre sarmakta; ancak eylemcileri eylemlere devam etmekten alıkoymamaktadır. Aktivist Işık’ın ifadeleri, bu durumu örnekliyor:

“Benim eylemliliğim gündeme geldiğinde çalıştığım firmada sorun yaşayabilirim. İşyerindeki arkadaşlarım benim eylemlere geldiğimi bilmiyor mesela. Ben eylemlerde kullanılan görselleri hazırlarken bunu ofiste yapmam gerekiyor. Hemen bilgisayarımı alıyorum, ofiste boş bir toplantı odası buluyorum. Orada beni kimsenin görmeyeceği bir yerde yapıyorum bunu, ama tedirgin de oluyorum. Çünkü ben onların ağı üzerinden bağlanıyorum bilgisayara, isteseler o veriye ulaşabilirler yani. Bu bir risk mesela. Ama bu tarz şeylerle ilgilenmek insanı diri ve dinç tutuyor. Evet, ben bir şeyi çözmüyorum ama kuyuya bir taş atıyoruz. Bir daha olmasın diye çabalıyoruz. Bu, bizim için de bir ümit. Korkuyu hissediyoruz; ama bu korkuyu görmezden geliyoruz.” (

İnsan hakları aktivistleri özellikle bedel ödeme korkusuna rağmen gündelik yaşamlarının bir parçası haline getirdikleri eylemlere devam etmektedirler. Görmezden gelinen korku ve mücadele isteği, yeni gündelik yaşamın merkezine yerleşir. Süreç içerisinde, iki grup arasında ise büyük bir dayanışma gelişmektedir.

Bu kuvvetli bağ, Gönül tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:

“Biz hem kayıplarla hem onların aileleriyle özdeşleşiyoruz, ortak bir ruhsal durumda buluşuyoruz. Hem yasta hem isyanda buluşuyoruz. Bu yaşamsal bir süreç. Benimle kan bağı olan bir insan kaybedilmedi mesela; ama ben de aynı şekilde o yaşamsal ve ruhsal durumun parçasıyım, öyle hissetmesem sürdüremem zaten. Bu işin içine giriyorsunuz ve artık çıkmıyorsunuz. O sizin de sorununuz çünkü artık. O kayıp ve o kaybın yakınları sizden bir parça haline geliyor.”

Gerek Cumartesi Anneleri gerekse Cumartesi İnsanları açısından protestoya müdahil olma, eski gündeliği yıkarak yerine yenisini inşa ettikleri yaşamsal bir süreci nitelemekte; bu süreç insanların protestoyu meşru bir arayış olarak anlamlandırdıkları yeni bir deneyim olarak açığa çıkmaktadır.

Öte yandan protestonun toplumsallaşmasına bakıldığında, eylemcilerin politik özneleşme sürecinde, yaşadıkları ülkenin yapısal sorunlarına karşı da bilinçlendikleri, farklı toplumsal meselelerde duyarlılıklar geliştirdikleri görülmektedir.

Bu bağlamda, Heller’in çalışmaları açıklayıcı bir kuramsal çerçeve sunar. Heller, bireyin hür bir varlıktan sömürülen bir nesneye dönüşme mekânı olarak gündelik yaşamı gösterir. Modern toplum, bireylere sürekli kural koyarak onları nesneleştirmektedir. Toplumun bir ferdi olarak oluşturulan kişiler, gündelik hayatın rutinlerine bağlanmakta; bu yapının içerisinde pasifize edilmektedir.

Ancak tahakkümün bilincinde olan birey, demokratikleşme yolunda bir dönüşüm başlatabilir. Bu açıdan bakıldığında, Cumartesi Anneleri hareketine angaje olan kadınlar, gündelik hayatı demokratikleştiren aktörler olarak değerlendirilebilir.

Kadınlar, bir protestoya katılarak önce kendi gündelik yaşamlarını dönüştürmekte; daha sonra ortaya koydukları mücadele ile toplumun demokratikleşmesine katkı sunmaktadırlar. Bu bağlamda da, hem kendi gündelik yaşamları dönüşüme uğramakta, hem de bu mikro yaşamların makro sonuçlar üretmesi olanaklı hale gelmektedir.

Kayıp yakını Melek’in ifadeleri, politizasyonun sadece kayıp gündemi ile sınırlı kalmadığını ve ülke gündemine yönelik farklı duyarlılıkların geliştiğini gösteriyor:

“Biz burada aynı zamanda birer insan hakları savunucusu da olduk. Devletin şiddetine uğrayan, devletin baskısını gören herkesle bir akrabalık hissediyoruz. Hak mücadelesi, adalet mücadelesi yürütenlerle birlikte oluyoruz Gezi döneminde öldürülen insanların dava süreçlerinde Cumartesi Anneleri olarak yanlarında olduk, destek verdik. Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının tutukluluk süreçlerinde ailelerinin yanında olduk, gazetenin yanında olduk. Ankara Gar’ında patlatılan bombalarda ölen, Galatasaray Meydanı’nın da insanı olan sekiz arkadaşımız var. Biz, bu ülkede adaletin bir an önce gerçekleşmesini istiyoruz. Herkes için adalet istiyoruz. Biz, mezarsız ölülerimize en büyük armağanın savaşsız, silahsız ve barış içinde yaşanılacak bir ortamın olacağını düşünüyoruz.’’

Cumartesi Anneleri’nin protestosu, kadınların gündelik yaşamının eylemlerin etkisiyle yeniden örüldüğü bir deneyimdir. Protesto, gündelik yaşamda yeni anlamların kurulmasını sağlar.

Protestocuların anlam çerçeveleri, politizasyon sürecinde yeniden oluşmakta, kişilerin hayata bakışları bütünüyle değişmektedir. Kadınların gündelik yaşamın sıradan akışını bozarak bir protestoya angaje olmaları mücadele gerektirir. Çalışmada, kadınların protesto sürecindeki gündelik yaşam deneyimlerine odaklanıldığından, protestonun öğelerinin gündelik yaşamın dönüşümündeki etkilerini ortaya koymak gerekir.

Victoria Ana Goddard protestoyu, siyasal ya da toplumsal bir sistemdeki aksaklıklara karşı geliştirilen itirazlar şeklinde ifade edilmektedir. Karl Opp ise protestoyu, “bir yanlışlık ya da adaletsizlik karşısında gösterilen bir inanç, hoşnutsuzluk ya da memnuniyetsizlik ifade eden politik bir eylem” olarak açıklar.

Tanımların ortak özelliği, haksızlık/mağduriyet karşısında itiraz geliştirme davranışına işaret etmeleridir. Bireylerin bir protestoya katılması ve bilinçlenmesi üç faktöre bağlıdır. İlk olarak, içinde yaşanılan sistemin hukuki zeminini kaybetmesi insanların sistemi sorgulamalarına yol açmaktadır. İkinci aşamada, kaderini içselleştirdiği düşünülen grupların haksızlıkları fark etmeye başlaması sonucunda sistemi sorgulamaya başladıkları görülür.

Son kertede ise insanlar kendi kaderlerini kendileri tayin etmek ister ve sisteme karşı itirazlar geliştirirler. Cumartesi Anneleri’nin protestosunda, diğer protestolarda olduğu gibi sistemin meşruluğunun sorgulanması, eylemcilerin uğradığı haksızlığı fark ederek bilinçlenmesi ve kamusal alana çıkarak meşru itirazlar gerçekleştirmesi söz konusudur.

Bu itirazın ortaya çıkması olağan şekilde yaşanamayan yasın yarattığı travmatizasyon ile mümkün olmaktadır.

Mezarsız Ölüler ve Kürtler

Türkiye’de gözaltında kayıp iddiaları özellikle 1990’lı yıllarda yoğunlaşmaktadır. Kayıplarla ilgili ilk bilimsel çalışmayı kaleme alan Gökçen Alpkaya, kayıpların profilini üç grup içerisinde değerlendirmiştir: “İlk grupta, silahlı mücadele yürüten sol örgütlerin militanları oldukları iddia edilen kişiler; ikinci grupta, sendikacılar ve gazeteciler gibi hak savunucularını kapsayan ve yerel siyasi önderler konumunda olan Kürtler; üçüncü grupta ise, OHAL bölgesinde yer alan tüm Kürtler yer alır.”

Buna göre, kayıp iddialarının merkezinde, ağırlıklı olarak politik kimlik taşıyan kişiler bulunmaktadır. Bu kayıpların ailelerinin katılımıyla başlayıp hak savunucularının da desteklemesiyle genişleyen Cumartesi Anneleri Hareketi, kayıpların bulunması amacına odaklanmıştır.

Kayıp yakınları, yakınlarından haber alamadıkları andan itibaren yoğun bir arayışın içerisine girmişler; karakollar, hastaneler gibi bilgi alabilecekleri makamlara başvurarak kayıplarının akıbetini öğrenmeye çalışmışlardır. Benzer deneyimlere sahip aileler, seslerini kamuoyuna duyurmanın yollarını aramaya başlamışlardır. Kaybı deneyimleyen aileler, kayıplarının arayış sürecinde olağan şekilde tutamadıkları yasını kamusal alana taşıyarak protestonun harcı haline getirmişlerdir.

Aileler bir araya gelerek Galatasaray Meydanı’nda ilk oturma eylemlerini başlatmış, sürdürülemez hale gelen gündelik yaşamlarını, protestonun temel bileşenini oluşturduğu yeni gündelik yaşamlarıyla ikame etmişlerdir. Travma literatürde, “bireyin mevcut içsel dünyasında bütünleşemediği ve baş edemediği, kahredici ve duygusal olarak karşı konulamaz deneyim” olarak tanımlanır.

Travmatik bir olayın etkisi uzun süre sürmekte; genelde belli aralıklarla tetiklenmektedir. Savaş, göç, kayıp gibi toplumsal nitelikli travmalar bellekte yer edinmekte ve travmaların izlerinin tamamen silinmesi mümkün olamamaktadır. Psikolog Cem Kaptanoğlu, “kişinin hayata yönelimini, kendine, dünyaya ve geleceğe, çevreye dair bütün algı, yaşantı ve değerlendirmelerini yeniden ele almasını gerektiren bir yaşantıdır travma… travmatik bir olay bizi çaresizlik içinde bırakıp yalnızlığımızı en uç noktada yaşatır” ifadeleriyle travma yaklaşımlar, Cumartesi Anneleri hareketini açıklamak için önemli bir zemin sağlamakla birlikte, kadınların protesto aktörlerine dönüşüm sürecine de ışık tutmaktadır.

Gündelik yaşamda inşa edilen protesto, “ahlaki” karakteriyle kadınların sahiplendiği, diğer kadınlarla bütünleştiği ve eylemleri kendi yaşamlarının bir parçası yaptığı süreci tamamlıyor.

Seher bu konuda şunları söylüyor:

‘’Türkiye demokratikleşmeye yönelmeden, insan haklarına yönelmeden, bir hukuk devleti olmadan biz bu sorunun çözüleceğine inanmıyoruz.  Ama biz eylemliliklerimizi hem Türkiye’de gözaltında kaybetme suçu unutulmasın, toplumsal hafızada yer alsın hem de devleti yönetenler hukuk var, adalet var dediklerinde onların karşısına çıkıp topluma hatırlatmalar yapmak için sürdürüyoruz. Gözaltında kaybetme sorununun çözülmesi bir demokrasi sorunu ve bu sorun yalnız kayıp yakınlarının değil; tüm Türkiye’nin meselesi. Türkiye eğer demokratikleşmek istiyorsa, geçmişiyle hesaplaşmak zorunda ve bu sorunu çözmek zorunda.”

*

Ayşem Sezer Şanlı: Protesto Aktörü Olarak Kadınlar: Cumartesi Anneleri  Üzerine Bir Değerlendirme

https://www.idealonline.com.tr/IdealOnline/lookAtPublications/paperDetail.xhtml?uId=119073&