Sarya Aslan: İyi ki doğdun Leyla…

 Annelerimiz sadece bizi doğurmazlar. Saf bir kendilikle doğmayız. O sancılı doğum bizimle beraber ailemizin, içinde bulunduğumuz toplumun da izlerini taşır. Zincirin parçasıyız hepimiz. Bu zincirin en baskın halkası da sanırım toplumsal trajedilerin belleklerde bıraktığı izler olmalı. Bizim bu topraklarda toplumsal trajediler karşısında  kişisel tarihimizi yaşamamızın da imkânı çok olmaz. Göçlerin, katliamların, kayıpların ve de direnişlerin olduğu bir toplumsal tarih kişisel hikâyeni belirler. Çünkü doğumla sadece fizyolojik bir aktarım değil zihinsel psikolojik bir aktarımda beynin dehlizlerine yerleşir. Mitch Albom “atalarımız öldükten sonrada sofralarımızda oturmaya devam ederler” diyor. Atalarımızın mirası, içine doğduğun ortam da uygunsa ve pusulan hislerin ise gün yüzüne çıkar ve sana eşlik eder…  

Senin o hiçbir yere sığamaman, ait hissetmemen ailenin yaşadığı göçlerin, direngenliğin, mücadele azmin annemin başkaldıran yapısının ve kurtarıcı kimliği yüklenmen dedemin babaannemi katliamdan kurtarmasının izlerini taşıyordu. Benim yolculuğuma eşlik edenin ise babaannemin öfkesi ve ailesinden bir tek onun sağ kalmasının yarattığı suçluluk duygusu olduğunu düşünüyorum. Kişisel hikâyelerimizi yazmaya çalışırken yolculuğumuzda bize eşlik eden aile tarihimizin küçük parçalarıydı bunlar. Bu coğrafyada toplumsal tarihin senin hikâyendeki izlerini ise seni okuyarak, dinleyerek anlamaya çalışıyorum. Ülkemizin hikâyesi bizim kişisel bir hikâyemiz olmasına izin vermedi.  

Zamanı en çok acı yoruyor, bundandır herhalde hangi yılda hangi gün hangi saate olduğumuzu sık unutmamız. Zaman yoruldu…Ömrü-zaman bir ileri iki geri adımlıyor.  

Her şeyin geçtiğine inandırmaya çalışıyoruz yüreğimizi, beynimizin dehlizlerinde oyunlar oynuyoruz bazen yokmuş gibi bazen hiç yaşanmamış gibi bazen gerçek dedikleri ne varsa yerle bir ederek savruluyoruz düşüncelerde. Oysa gerçek olduğu gibi duruyor herkes gözlerinin değdiği yerden, gönlünün hizasından yorumluyor sadece.Bazen de rüya diyoruz, bu bir rüya uyanacağız uzun bir rüyadan. Seni bıraktığımız yerde tutuyoruz, ne, zaman uğruyor oraya ne mekân fark ediyor, hepimiz değişiyoruz sen hep aynı kalıyorsun hep aynı yerde.  

İnsanın yuvası gönlünün derinliğidir. Şimdi hepimizin sığındığı yuva senin gönlünün derinliği…Narin bir güvercinin kanadı yüreğimiz, kanat çırpışlarımız titrek rüzgârda kaybolup savrulacak gibi. Rüzgâra karşı uçuşlarımız eskide kaldı. Hafif bir rüzgâr esse yere çakılacak gibiyiz. Doğrulup doğrulup kalkmaktan yorgun bacaklarımız. Bu barbar çağda ve her şeye kayıtsız kalınan bir ortamda ahlaki ve duygusal açıdan biz ayakta tutan senin hikâyendir. 

Şimdilerde Hikâyeleri artık merak etmiyor kimse, sonuca bakıyorlar kendi algı çemberinde koydukları yerden yargılarını salıyorlar pervasızca. Bir sen biliyorsun ne yaşadığını. İnsan anlatmaktan vazgeçtiğinde olgunlaşıyor. Dönüp ardı sıra baktığında bıraktığımız hikâyeleri çoğu zaman doğru okuyamadığımızı fark ettiğimizde büyüyoruz. Kendi hikâyesini bile doğru okuyamayan kime ne anlatacak değil mi? Herkes hikâyenin bir ucundan tutuyor kendi algısıyla yazıyor. Hikâyeye değil bizi dışarıda koyan kendi algı hapishanesinin dışına çıkamayanların yazdıklarına yabancılaşıyoruz. Bundandır ki senin hikâyeni ben hep senden dinliyorum senin yazdıkların, konuştukların, fotoğrafların benim rehberim sana ulaşmak için. Çünkü benim sana ulaşmak gibi bir derdim var. 

Çok fazla karanlık odalara girecek değilim. Sen olsaydın- ki sözümüz vardı- birlikte dalardık buz dağının görünmeyen derinliğine. Şimdi bir boyun eğmişlik bir kabul ediş var bende. Cesaretim yok, sen olsaydın tutardın elimi bütün toz tutmuş mahzenleri temizlerdik. Birbirimize iyi geliyorduk. Bütün iyi oluşlarımızı çaldılar bizden, ahımız yerde kalmasın.  

Seninle her konuştuğumda endişelenme bizi koruyan bir güç var diyordun o kadar inanarak söylüyordun ki ben de inanmıştım artık. Ama işte her inancı yıkılmaya mecbur bırakan adaletten yoksun bir gerçeklikte vardı. 

Her doğum gününde çocukluğumuza gidiyorum. Bizim çabuk büyümek zorunda kaldığımız çocukluğumuza. En çok senin hayat enerjini hayretle izlediğim anlar geliyor aklıma. Yeni doğmuş bir bebek gibi her şeye merakla bakar keşfetmeye çalışırdın. Sanki hayat bir yerlerde çok hızlı çok güzel akıyor ve sen onu kaçırıyordun. Hayata yetişme telaşın her güzelliğe dokunma onu yaşama arzun bitmiyordu. Arada bana da bulaştırmaya çalışıyordun ama ben umutsuz vakaydım. Senin enerjinin sana yönelen ilginin gölgesinde kendi dünyamda kalmayı tercih ediyordum. Korkularımla yüzleşmiyordum nasıl olsa sen halledersin diye düşünüyordum. Bu yüzden sen gittiğinde denizden çıkmış balığa döndüm. Yine kendimi suçladım. Ama daha sonra konuştuğumuzda sen de beni arkada bıraktığın için kendini suçlamışsın. Eksik parçamdın, bu hayat bize diğer yarımızı borçlu… 

Didem Madak’ın dediği gibi “uzak ülkeler düşlemiştik, büyük gemiler yüzmüştü ruhumuzda”. 

İnsan inandığıdır. Seninle yaptığım yolculuk insan ne için yaşar sorusunu da cevaplıyor. İnsan inandıklarına uygun yaşamak için mücadele eder. Bu tutarlılıkta gizlidir yaşamın anlamı. İnandıklarınla ne kadar tutarlı yaşadıysan anlam katmışsındır bu hayata ve hayat senin için anlamını bulmuştur. Sen inandıklarına uygun yaşadın.

Senin anlamlı hikâyen meşe ağacının köklerinde şimdi. Bitti denilen yerde yeniden yeniden yeşeriyor…