Vatansız: Bedenin hapsedildiğinde beynin kaçmak ister…

Konu mültecilik olunca dünyanın tüm coğrafyalarının ne kadar aynılaşabildiğini, insanların aidiyetleri, varlıkları sayılara, kodlara endekslendiğinde en iyi denilen sistemlerin bile ne kadar yozlaşabildiğini anlatıyor Stateless.

Emine Uçak

Stateless, Avustralya hükümeti tarafından koruma merkezi olarak gösterilse de hapishaneden farkı olmayan bir mülteci merkezinde yolu kesişen dört ana karakterin öyküsü.[i]  ‘Kendilerine bir gelecek’ kurabilmek için farklı ülkelerden gelen insanların yaşadıklarına odaklanan dizi, konu mültecilik olunca dünyanın tüm coğrafyalarının ne kadar aynılaşabildiğini, insanların aidiyetleri, varlıkları sayılara, kodlara endekslendiğinde en iyi denilen sistemlerin bile ne kadar yozlaşabildiğini çarpıcı bir şekilde anlatıyor denilebilir. Hatta sadece sistemleri değil tek tek bireylerin mülteci meselesine bakışını da sorgulamaya çalışıyor dizi.

 

Mülteci merkezinde yaşamak zorunda bırakılan herkes, yeni bir hayata başlama isteğiyle aşmış denizleri. Geçmişlerini, ülkelerini, tüm aidiyetlerini geride bırakmak istiyorlar. Avustralya vatandaşı olan Sofie hariç. Sofie, dizideki mültecilerin trajedilerinin antitezi gibi. O hepsinin aksine ‘evinden’ kaçmak isterken düşüyor bu yarı-açık cezaevine. Vatandaşlık konforu ve dizideki deyimle ‘beyaz’ biriyken ülkesinden kaçmaya çalışan Sofie’nin mülteci barındırma merkezine düşmesine sebep olan ve gerçek bir hikâyeden esinlenilen hikâyesi kadınların şiddet karşısındaki kırılganlığını görünür kılıyor. Dizide “bedenin hapsedildiğinde beynin kaçmak ister” der İranlı mülteci Sofie’ye. Oysa, ilk önce ruhu hapsedilmiş, rehin alınmıştır Sofie’nin.

 

Sofie’nin hikâyesi, başarıları sürekli takdir görmüş bir ablanın gölgesinde başlar. Otoriter bir anne ve ondan çekinen babası tarafından Sofie’nin biricikliği hep göz ardı edilir. Varlığını anlamlandırmak için katıldığı bir tarikat ise ilk başta ona ‘kendisi’ gibi olma fırsatı verse de bunun böyle olmadığını çok ağır bir şekilde tecrübe eder. Gülümsemeler, ışıltılar, hepsi erkek şiddetinin en vahşi halini örtbas etmek içindir. Maruz kaldığı cinsel şiddet ve aldığı tehditlerle başa çıkma imkânı bulamayan Sofie çareyi kaçmakta bulacaktır. Gidebildiği kadar uzağa… Dizinin diğer kahramanları ölümü göze alarak denize açılırken o da ülkeden kaçmak için başkasının kılığına girer; Alman Eva olduğuna inandırmaya çalışır polisleri. Ancak tüm çabalarına rağmen mülteci merkezine gönderilir. Yaşadığı travmayla hastalığı artıp, nöbetleri şiddetlenen Sofie’yi ve yaşadıklarını görecek bir sistem yoktur Mülteci Merkezi’nde.

 

Dizide tıpkı Sofie gibi beyaz, güzel, Batılı, doğuştan imtiyazlı bir kadın daha var. Fakat o Sofie’den çok uzak bir noktada, mültecilere ‘adil ve onurlu’ davranıldığını belirtilen ‘hapsetme’ politikasının yılmaz savunuculuğunda duruyor: Claire. “Kötülüğün sıradanlığı” kavramsallaştırmasının son yıllarda tanık olduğumuz bazı durumlar için yeterli gelmediğini düşünüyorum bir süredir. Görevini yerine getirmek, gereğini yapmakla sorumlu hissetme sıradanlığından, ahlaki sorgulama kabiliyetinin yitirilişinden ve suçun rutin işleyişin bir parçası haline gelişinden fazla olan, görevi de aşan bir gönüllülük, normalleştirme ve hatta yaptığını kutsallaştırma hali için. Claire’in yaptığı tam anlamıyla bu; cehennem azabı yaşatan mülteci politikasını ‘böylece ölümlerine sebep olacak uzun deniz yolculuklarına engel olarak’ iyilikmiş gibi normalleştiriyor kendi vicdanında.

O yüzden bütün enerjisini, masalarda yığılı duran başvuru formlarına, yıllardır ‘vize’ bekleyen mültecilere değil, merkezdeki kötü muameleyle ilgili haberleri sızdıranı bulmaya sarf ediyor Claire. Fakat tüm varlığıyla savunduğu bu sistemin 12 yaşındaki Mina’nın intihar girişimine sebebiyet vermesi, babanın kızının bir geleceği olabilmesi için ondan vazgeçmeyi bile göze alması Claire’in kutsadığı sistemin oluşturduğu tahribatı anlamasını sağlar. Onu etkileyen diğer bir karşılaşma da merkezden kaçtıktan sonra yakaladığı İranlı Kürt mülteci kadının söyledikleri olur: “Beni ‘eve’ göndermek için uğraşıyorsun. Kürdüm ben, dönecek bir evim yok. İran’da bana işkence ediyorlar. Tecavüz ediyorlar ama hayatta kaldım. Senin işkencelerinde de hayatta kalacağım.”

 

Dizide mülteciliğin arafta olma halini ceketi ve bavuluyla bekleyen yaşlı adamda görürüz. Hikâyesinin detayları anlatılmasa da mülteciliği ve bekleyişi iyi anlatan bir kare olduğu söylenebilir. Hatta hikâyesinin anlatılmaması resmin müphemlik içinde ayan olan anlamını daha da pekiştiriyor belki de. Benim açımdan böyle oldu. Bu bekleyişin belki de kadınlar ve erkekler arasındaki farkını ise yemeklerdeki çekirdeklerle kendine bahçe kuran kadında görmek mümkün. Bütün bunlarla birlikte beni en çok etkileyen kareler mültecilerin kampın duvarlarına yaptığı resimler oldu; dağlar, çiçekler, yıldızlar. Sıkışıp kaldıkları bu çölde görmeye hasret kaldıkları özgürlüğün resimleri belki? Nusaybin’deki çadır kampların tavanlarına yapılmış çiçekli desenleri hatırladım izlerken, coğrafya değişir kader değişmez dedikleri bu mu acaba?

Tüm bu bekleyişin ortasında ise bir gelecek arzusu var sıklıkla vurgusu yapılan. Dizinin ana karakterlerinden olan Amir iki kızı ve karısıyla Taliban’dan kaçan Afganistanlı bir öğretmen. Kaçış sebebi kızlarının hayatını kurtarmak, onları okutabilmek ki bir gelecekleri olsun. Gelecek kurmak için çıkılan yolda kayıpların ardından Barton mülteci merkezine ulaşırlar. Ancak burada da varlıkları bir sayıya indirgenmiştir; kim oldukları ne istedikleri hiç görülmez. İşte bütün bu ağrılı bekleyişin ortasında Amir, geçmiş-gelecek ayrımını kızı Mina’ya rüyalar üzerinden şöyle yorumlar: “Burada sadece geçmişi görüyoruz; vize alıp dışarıya çıktığında geleceği göreceksin o zaman rüyaların da değişecek.”

 

Mülteci politikalarını, sistemi eleştirirken bireysel kavrayışı da tartışmaya açtığı söylenebilir dizinin; özellikle Gardiyan Cameron karakteriyle. Onun yolunu merkeze düşüren de ‘çocuklarına daha iyi bir hayat’ sunma isteği. Hak savunucusu olan kız kardeşinin etkisiyle pek olumlu bakmadığı bu merkezde hayalindeki ‘havuzlu ev’e kavuşma arzusuyla işe başlıyor. Ancak bu konforlu hayat, merkezdeki insanlık onuruna yakışmayan durumu içselleştirmeyi de gerektiriyor elbette. Orada sınanma başlar işte; havuzlu ev için şahit olduğun şiddete susma hatta şiddet göstermeye gidebilecek bir dönüşümü kabul edebilecek misin? Gardiyanın empatiyle başlayan -ki arkadaşlarının “kadın gibi davranma!” biçimindeki sataşmalarına sebep olur- çalışma hayatı zaman içinde, mültecilere şiddet göstermeyi normalleştirmeye kadar gider. Onu kendine getiren konuşma ise çocukları ve eşinden ayrı düşmüş ve dört yıldır merkezde tek başına yaşayan İranlı mülteciden gelir: “Çocukların yaptıklarını kokundan tanıyacaklar.” Bu konuşma bana şunu da hatırlatıverdi: Malan Barkirin’i çalışırken görüştüğümüz çoğu insan kendilerine bu muameleyi yapanların evlerine gittiklerinde, çocuklarını kucaklarına aldıklarında ne düşündüklerini merak ettiklerini söylerlerdi. Yani bunca şeyi yaptıktan sonra gündelik hayatlarını nasıl sürdürebiliyorlardı? Cameron örneğinde bunun öyle ‘elini yıkayıp, duş alıp’ normal bir şekilde devam edemediğini görürüz; merkezdeki şiddeti kendi çocuklarına taşıdığında Cameron, “kime” dönüştüğünü fark etmeye başlar.

 Bütün bu yazdıklarımla birlikte eleştirmenler diziyi sadece görüntü ve kurgu gibi konuyu anlatma biçimi tercihleri itibariyle değil aynı zamanda sınırın her iki tarafının davranışlarının sebeplerini iyi ortaya koymadan eşitlediği için tarafsızlık tuzağına düştüğü, hatta ilk birkaç episodu başkalarının acısını gösteriye dönüştüren pornografik bir dile sahip olduğu için de eleştiriyorlar.[ii] Yukarıda aktarmaya çalıştığım sebeplerle kimi açılardan dizinin buna karşıt okumalara imkân da açtığını düşünüyorum. Dizinin bu ikiliği bir arada taşımasında yapımcı ve oyuncu BM Mülteci Örgütü’yla çalışan Cate Blanchett’in etkisinin olduğu da söylenebilir. Dizinin yapım süreci ve Avustralya’da izlenebilmesi için epey uğraşan Blanchett, temel amacının “insanların mülteci kriziyle ilgili durup düşünmesini sağlamak” olduğunu söylüyor.

 

 Sofie’nin öyküsü Baxter Gözaltı Merkezi’nda tutulan Avustralya vatandaşı Cornelia Rau’nun hikayesinden esinlenilmiş. Mülteci merkezinde beyaz bir Avustralya vatandaşının tutulduğunun ortaya çıkması dizinin ortak yapımcısı Elise McCredie’nin deyimiyle bir truva atı etkisi gösterir ve merkezlerin kapatılmasına giden bir süreç başlar. Fakat bu kısmî iyileştirmeyle Avustralya’nın mülteci politikasının iyileştiğini söylemek elbette mümkün değil. Scott Morris’in başbakanlığıyla bu mülteci merkezleri ülke dışındaki adalara taşındı. İnsan hakları savunucularının ve avukatların erişiminin olmadığı mülteci merkezinde yaşadıklarını kitaplaştıran İranlı gazeteci Behruz Bochani’nin ülkenin en prestijli edebiyat ödülünü kazandığını da ekleyeyim. İronik olan ve dizinin ikircikli konumunu da izah eden ise belki de şu: Ülkeye alınmayan Bochani ödül için başkente çağrılır.

  

[i] https://www.imdb.com/title/tt4878488/

 

[ii] Şu yazı mesela, insanın suçluluğu ve kötülüğü gibi genel bir tartışmaya kaydırarak meseleyi beyhude bir çabaya dönüştürdüğünü iddia ediyor dizinin. https://www.tvguide.com/news/stateless-review-netflix-cate-blanchett-immigration-yvonne-strahovski/

 

/5Harfliler/