Yazar Annie Ernaux ve yönetmen Céline Sciamma ile feminizmin geçmişi ve bugünü üzerine bir söyleşi

Bu söyleşi ilk olarak yayınlandığı Fransız feminist dergisi La Déferlante‘ın kurucuları Lucie Geffroy ve Emanuelle Josse tarafından 8 Aralık 2020 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Lauren Elkin’in İngilizce çevirisiyle 25 Ocak 2023’te the Dial’da yayınlanan söyleşi Gizem Bayıksel tarafından Türkçeye çevrildi.

*

Yazar Annie Ernaux ve yönetmen Céline Sciamma: İkisinin de eserleri toplumsal normların ağırlığının yanında, arzunun özgürleştirici gücüne de ışık tutuyor. Feminist olduklarını açıkça beyan eden iki sanatçı da kendilerini tamamen yaşadıkları zamanın mücadelelerine adamış durumda.

**

Annie Ernaux ve Céline Sciamma ile memleketleri Cergy’de buluştuk. Ancak, yazar ile yönetmenin Île-de-France’ın batı kesimindeki bu ville nouvelle‘den (yeni şehir) çok daha fazla ortak noktası var. İkisinin de eserleri toplumsal normların ağırlığının yanında, arzunun özgürleştirici gücüne de ışık tutuyor. Feminist olduklarını açıkça beyan eden iki sanatçı da kendilerini tamamen yaşadıkları zamanın mücadelelerine adamış durumda.

 

Céline, Tomboy filminizin başında, karakterlerden Lisa, Laure’ye “Sen diğerleri gibi değilsin,” diyor. İkiniz de çocukken nasıl olduğunuzdan bahsedebilir misiniz, özellikle de toplumsal cinsiyet ya da toplum normları diyebileceğimiz şeylerle ilgili olarak?

 

ANNIE ERNAUX: Küçükken çok neşeli ve kendimden emindim, üstelik çok da arsızdım. Normandiya, Yvetot’ta yaşadığım iki anı hafızama kazınmıştır: 5 yaşındayım. Küçük bir çocukla kumdan kale yapıp oynuyoruz. Oğlan bir ara külotunu çıkarıp, “Şimdi kaleyi sulama vakti,” diyor. Bense ona bakıyorum. Çok ilginç buluyorum bu yaptığını. [Gülüyor.] Derken göz açıp kapayıncaya kadar annem geliyor ve beni bu cehennemî manzaradan koparıp alıyor. Bir diğer anım ise şöyle: 8 yaşındayım ve kuzenimle merdivenlerde oynuyoruz, ben bir noktada külotumu çıkarıp vulvama iğne yapmasını istiyorum ondan. Derken annem bir kez daha içeri dalıyor ve bana “sapık” diyor, “Hem de bu yaşta!” Annem seksle ilgili her şeyi şiddetle cezalandırırdı. Küçük kızlar için cinsel organların dünyanın en çirkin şeyi olması beklenirdi. Erkek çocuklar ise yırtıcı olmaya teşvik edilirdi. Çocukken sosyal anlamda rahattım ama okula başlamamla bu durum sona erdi. İyi konuşamıyordum: Yarı şiveli, yarı işçi sınıfı ağzı bir Fransızcam vardı. Görgü kuralları falan derken okulda davranışlarıma biraz “makyaj” yapılmış oldu. Bu beni çok etkilemişti. Toplumsal normlar ve kız çocuklarından beklenen davranış biçimleri bedenime kazınmıştı. Bu benim üzerimde çok ağır bir yüktü.

 

CÉLINE SCIAMMA: Çocukluğunuzdan bu iki azarlanma sahnesini hatırlamanız beni gülümsetti, çünkü ben de çocukken ne zaman özgürlüğümü kullanmaya kalkışsam, prangaya vuruluyormuşum gibi hissederdim. Aradaki fark, burada, sizin de çok iyi ifade ettiğiniz gibi “burjuva kalbi olmayan” bir şehir olan Cergy’de büyümüş olmam. Hayatımın ilk yıllarını gençlerin yaşadığı bu yeni şehirde geçirdim -buraya yerleşmek için gelenler genellikle genç ebeveynlerdi. Cergy’nin yayaları arabalardan ayıran şehir planlama yaklaşımı, ben de dahil çocukların şehirde bol bol hareket özgürlüğüne sahip olduğu anlamına geliyordu. Ancak, çok erken bir yaşta, kızlara karşı güçlü bir çekim hissetmeye başlamamla, bu özgürlüğün sınırlarıyla da tanışmış oldum: yasak bir arzu. Başlangıçta arzunuzla tek başınasınızdır. Kitaplarda yazmaz, insanların hayallerinde yer almaz; ailenizde karşılaşmazsınız ve bir adı da yoktur. Böylece icat etmek zorunda kaldığınız bu arzu varlığınızın merkezi haline gelir. İşte sanat bu noktada yaşamanıza yardımcı olur. Bu arzu patlamasının anısı sizi tüm hayatınız boyunca besler.

 

ERNAUX: Tomboy beni çok etkiledi, özellikle de annenin Laure/Mickaël’i bir elbise giymeye ve yalan söyleyip erkek gibi davrandığını itiraf etmeye zorladığı o korkunç sahne. Çocukluk trajedisinin tam kalbine inen bir sahne.

 

SCIAMMA: Bugün olsa o sahneyi tekrar çekmezdim. O tür bir şiddeti filme alamazdım. Film gösterime girdiğinde o sahne çok fazla yoruma ve tartışmaya neden oldu; izleyiciler bunu reddetti. Etrafımızda her yerde karşılaştığımız bir şey olmasına rağmen, insanlar yetişkinlerin çocuklara bu şekilde hükmettiğini görmeye dayanamadı. Asıl büyük skandalın bu doğallaştırılmış ve özselleştirilmiş tahakküm olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilirim ama biz bunu görmek istemiyoruz.

 

Annie, ebeveynlerinizin ilişkisi kadın ve erkek rollerinin geleneksel dağılımını yansıtmıyordu. Bunun gelişiminiz üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Peki sizin ailede durum nasıldı, Céline?  

 

ERNAUX: Evet, doğru. Tüm kibarlık babamdan geliyordu. Heybetli bir fiziğe sahip olan annem işleri yürütürdü; patron kadındı, sarhoş erkekleri kafeden dışarı atmaktan asla çekinmezdi. Ama aynı zamanda pek çok şakaya da maruz kalırdı; kuzenimin bana “Senin annen bir at” deyişi hâlâ kulaklarımda. Bu ebeveyn modeli bana ergenlik dönemine kadar tamamen normal geldi. Üstelik bunun mirası olarak, benim gözümde kadınlar erkeklerden daha güçlüdür. İçten içe, benden daha zayıf erkekleri aradığımı düşünüyorum.

 

SCIAMMA:Annemle babam çok genç yaştayken, 1978 yılında, hâlâ öğrenciyken doğmuşum. İkisi başından beri oldukça açık fikirli bir model benimsedi: Ben çok küçükken babam evde kalır, annem ise çalışmaya giderdi. Bu, yeni bir yaşam tarzını arzulayan bir neslin tipik özelliğiydi. Ancak, roller çok geçmeden tersine döndü ve sonuçta ben daha geleneksel bir ortamda büyüdüm. Ben %100 istediğin kişi olabileceğin hissinin, ilişkilerin de yeniden kurulabileceği umudunu doğurduğu bir dönemin çocuğuyum. Birçok çift bu yanlış anlaşılmadan mustarip oldu; başlangıçtaki iddialı anlaşmaları çok uzun ömürlü olamadı. Ebeveynlerimi birer birey olarak görebildiğim ve belirli bir bağlama oturtabildiğim bir yaşa geldiğim için, bu yargılara varan tek kişi ben değilim. Bunu kendi ağızlarından da duydum: Bir keresinde, annem babama “Biz akıntıya kapılıp gittik,” demişti.

 

 

Anlattıklarınız Annie’nin Bir Kadın‘da[ii] yazdıklarından çok da uzak değil. 

 

SCIAMMA: Kesinlikle! [Gülüyor.] Bu arada, Annie’nin eserlerini hayatıma sokan kişi de annemdi. Bu aktarımın annemden gelmesi azımsanacak bir şey değil, çünkü kültürel zevklerimizi belirleyen genellikle babamdı, oysa annemin daha ince zevkleri vardı. Ama ben çok küçükken bana Bir Kadın‘ı veren o olmuştu. O zamanlar pek bir şey anladığımı sanmıyorum. Geçen yaz tekrar okuduğumda şok oldum: Annemin bana o kitabı vererek bir şeyler anlatmaya çalıştığını gördüm. Bazı kitaplar bir ömür boyu hayati önem taşır ama bunların hangileri olduğunu anlamak biraz zaman alabilir.

 

ERNAUX: Bu kitap feminizmin biraz gerilemeye başladığı bir dönemde yayınlandı. 1981 yılıydı: Mitterrand iktidara yeni gelmişti, Yvette Roudy ve Gisèle Halimi’ye önemli görevler verilmişti; kadın hakları konusunda uğruna mücadele ettiğimiz her şey elde edilmiş gibi görünüyordu. O dönem [Fransız gazeteci ve yazar] Benoîte Groult’dan yanlış savaş verdiğimi söyleyen bir mektup aldım. Bu çok büyük bir hayal kırıklığıydı. Kanal 2’de yayınlanan Aujourd’hui Madame adlı televizyon programına katıldığımda, neden çocuk sahibi olduğumu soran bazı kadın okurların hakaretine bile uğradım.

 

SCIAMMA: Bir Kadın’ın bu şekilde saldırıya uğradığını bilmiyordum.

 

ERNAUX: Yalın Tutku[iii] da öyleydi ama o da kitapçılarda iyi sattı. Bugün “zihinsel aşırı yük” kavramı iyi bilinmesine rağmen, Bir Kadın’da geliştirilen temalar hâlâ meşru kaygılar olarak görülmüyor.

 

Annie’nin kitapları senin gençliğinde nasıl bir rol oynadı, Céline?

 

SCIAMMA: Çocukluğumdaki kimi şeyleri, örneğin utanma duygusunu anlamama yardımcı oldular. Çünkü çocukluk ister toplumsal ister başka anlamda olsun, utançla işaretlenir. Aynı zamanda kendimi tahmin etmemi sağlayan metinlerdi; onları okurken, yetişkin kadınların düşüncelerine erişebileceğimi hissettim, sanki geleceği kavramak için belgesel bir malzeme bulmuştum. Sonra bac sınavına girdiğim yıl, [1986’da yayımlanan ve Prix Renaudot ödülünü alan] Babamın Yeri sınavda çıkmıştı. Yazarla aynı şehirde yaşamak gerçekten az bir şey değildi. Elinize bir kitap veriyorlar ve Pazar günü manavda biri bir kadını gösterip “Bu Annie Ernaux” diyor. Birdenbire bu kadın yazarın imgesi cisimleşiyor, ete kemiğe bürünüyor.

 

ERNAUX: Hiç böyle düşünmemiştim!

 

SCIAMMA: Susie Morgenstern ya da Bernadette Després gibi çocuk yazarlarını saymazsak, ki bence onların sesleri de bir o kadar önemli, eserlerini okuduğum yaşayan ilk kadın yazar sizsiniz.

 

 

Peki nasıl kadın yazar ya da yönetmen olunur? Yaratmak bir kadın için bir sınır aşma biçimi midir?

 

ERNAUX: İlk taslağımı 22 yaşımdayken, günün birinde Mémoire de fille’e (Genç Kız Belleği)[iv] dönüşecek malzemeye dayanarak yazdım ve editörler tarafından reddedildi. Bunu takip eden yıllar bir kadının hayatındaki tipik olayların birbirini izlediği yıllardı: kürtaj, evlilik, hamilelik, alınamayan diplomalar. İki küçük çocuğa bakarken, yazmak ufukta kaybolan bir şeye dönüşmüştü ama hiç vazgeçmedim. 30’lu yaşlarımda, kocamla işler artık yürümediğinde, kaybedecek bir şeyim olmadığını hissettim. Kimseye danışmadan, Gallimard’ın 1974’te yayımlayacağı Boş Dolaplar’ı[v] yazmaya başladım. Kitap çıktığında annem, kayınvalidem ve öğretmen arkadaşlarım artık beni aynı gözle görmüyorlardı. Sanki herkesten gizli doğum yapmış gibiydim! Ama hayatımın maddi koşulları değişmedi. Kendi hayatımın dolaplarını temizlemeye başlayana kadar epey uzun bir süre mücadele ettim.

 

SCIAMMA: Benim için durum çok farklıydı. Çok akıcı bir şekilde, hayatımı her zaman arzuladığım şeyler olan yazma ve yaratma işi etrafında yapılandırmayı başardım. Bu inanılmaz bir lükstü. Normlara karşı aşılanmış değilim ve bu bazen, sözgelimi aile kurmayı reddetmek gibi feragatlerle kendini ifade eden bir şey. Ama bunlar benim bilinçli verdiğim kararlar.

 

ERNAUX: Arzularınıza dair erken farkındalığınızın sizi pek çok şeyden kurtardığını düşünmüyor musunuz?

 

SCIAMMA: Kesinlikle.

 

ERNAUX: Çünkü benim için 20 yaşımdan itibaren hayatımı edebiyata adamak istediğim açıktı. Edebiyat beni kalbimden yakalamıştı.

 

Yazmanın yalnızlığı ile film yapmanın kolektif yönü birbirinin tam tersi şeyler mi?

 

SCIAMMA:Bu ayrım o kadar net değil. Filmin avantajı tüm zevklerden biraz içermesi: Başlangıçta tek başınıza yazıyorsunuz, sonra iki ay boyunca bir sette 30 kişi oluyorsunuz, daha sonra bir odada sadece bir kişiyle, bir kurgucuyla sohbet ediyorsunuz. Ve son olarak, tek başınıza yoldasınız. Yani benim için sinema hem yalnız hem de kolektif. Ama her sanatsal pratikte böyledir, değil mi? Her halükârda, hayatta kendimi tek bir faaliyete adamam gerekseydi, bu yazmak olurdu; işimin en sevdiğim kısmı bu. Film çok fiziksel bir iş. İşin içinde çok fazla ağır makine var. İçinde çok fazla keyif olsa bile, kendimi hayatım boyunca film yaparken görebilir miyim, bilmiyorum.

 

ERNAUX: Doğrusu, yazmak başından sonuna kadar yalnızlık demek.

 

 

İkiniz de romantik aşk teması etrafında eserler ürettiniz. Céline, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nde[vi] eşitlik üzerine kurulu bir aşk politikası tasvir ediyorsunuz. Romantik bir ütopya olarak eşitliğin kadınlar arasındaki aşkta ortaya çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyor musunuz?

 

SCIAMMA: Kesin olarak bildiğim şey, heteroseksüelliğin ilişkileri çok güçlü bir şekilde yasalaştıran bir kültür olduğu. Biz lezbiyenler bu tür bir prefabrik çerçeveden daha iyi kaçabiliyoruz ama bu her zaman bunu başarabildiğimiz anlamına gelmiyor. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi gibi 18. yüzyılda geçen bir anlatıda eşitlik sadece iki kadın arasında mümkündür. Filmler hayal gücümüzü, özellikle de romantik hayal gücümüzü şekillendirir. Bir erkek ve bir kadın arasındaki eşitlikle ilgili bir hikâye tamamen mümkündür… Çünkü bu bir hikâyedir! [Gülüyor] Ama böyle hikâyeler yok denecek kadar az. Fransız sinemasında, ne yazık ki, çatışma odaklı hikâyelere çok alışkınız. Bir yönetmen olarak, başka tür anlatılar geliştirmeye çalışıyorum, çünkü kendi bakış açıma geleneksel hikâye anlatma biçimlerinin musallat olduğununun farkındayım. Çok sayıda çocukla çalıştığım bir sonraki filmimde, onlara çatışmaya dayalı senaryoları oynatmamaya karar verdim. Eşitlik konusunda ilgimi çeken şey de bu: İki insan birbiriyle aynı fikirde olduğunda ne olur? Bu ne tür bir hikâye anlatır? Genellikle bir romantik komedinin sonunda, bir dizi çatışmanın ardından iki ana karakter anlaşmaya varır ve bir sözleşme imzalar. Peki ama ya en başından anlaşırlarsa ne söylemiş oluruz? O zaman ne tür bir hikâye dokumuş oluruz?

 

Yalın Tutku‘nun başlığındaki tutku bir tür köleleşmeyi akla getiriyor. Annie, romantik ilişki ille bir tür yabancılaşmaya mı tekabül eder?

 

ERNAUX: Evet, ama kitabım bu tür yabancılaştırıcı ilişkilere karşı bir nevi mesafe alıyor. Bu bağlamda Danielle Arbid’in film uyarlamasının, anlatıcının sevgilisinden 10 yaş büyük olduğu orijinal kitaptaki yaş farkını görmezden gelerek bu ilişkinin heteronormativitesini vurguladığını söylemeliyim. Kitap ilk çıktığında fena halde yanlış anlaşıldı. Beni Madame Bovary’le kıyasladılar. Ama Madame Bovary kurmaca bir karakter! Oysa ben değilim; ben kalemi tutan kişiyim. Erkek eleştirmenlerden gelen tepkiler özellikle şok ediciydi. Hatta bana Madam Ovary diyen bile oldu. Bir erkek yazar asla böylesi bir eleştiriye maruz kalmazdı! Goethe’yi Genç Werther’in Acıları‘nı yazdığı için payladılar mı? Erkeklerin kimse onlara zorluk çıkarmadan tutku hakkında yazma hakkı var ama kadınların yok. Kadınlar yerlerini bilmeli ve sevilmeli (ya da sevilmemeli)!

 

SCIAMMA: Benim için Yalın Tutku her şeyden önce bir yabancılaşma deneyiminin berraklığını anlatan bir kitap. Pek çok insanın anlatıcıyla özdeşleşebilmesi de bu yüzden. Kitabın sonunda anlatıcı o son cümle sayesinde kendisiyle yeniden bütünleşiyor, bütünlüğü buluyor: “Ben çocukken lüks; kürk mantolar, gece elbiseleri ve deniz kenarında villalardı. Sonraları bunun entelektüel bir hayat sürmek olduğunu düşündüm. Şimdi ise bir erkeğe ya da kadına duyulan tutkuyu yaşayabilmek olduğunu hissediyorum.” Kitabınızın bir filmini yapsaydım, sanırım bu son cümleyle başlardım.

 

İlk filminiz Nilüferler’de[vii] heteroseksüel normların, cinselliği yeni yeni uyanmaya başlayan genç kızları ne derece yabancılaştırabileceğini gösteriyorsunuz.

 

SCIAMMA: Film üç genç kızın perspektifinden bir kadınlık analizi olacaktı. Aşktan çok arzu hakkında konuşmak istedim: Bu genellikle atlama eğiliminde olduğumuz bir adım. Oysa hayatımızda sonsuza dek hatırlayacağımız bir şey varsa o da ilk öpücüğe giden yoldur. O dönemde gerçekten tehlikeli olarak görülen şey, filmin bu arzu koreografileri arasında Pauline Acquart’ın canlandırdığı Marie karakterinin hissettiği lezbiyen arzuya da yer vermesiydi. Adèle Haenel’in canlandırdığı Floriane, Marie’nin ona duyduğu arzuyu reddeden kötü kız değil, daha ziyade, heteroseksüelliğe mahkûm edilmiş güzel kızdır.

 

ERNAUX:Nilüferler nasıl karşılandı?

 

SCIAMMA:İyi karşılandı. Cannes’a katıldığımız için, zengin olduğumuzun tüm işaretlerini verdiğimizi söylemek gerekir! [Gülüyor.] O zamandan beri, hem benim hem de seyirciler için filmin belirli yönlerine bakışımız değişti. Yaklaşık üç yıl önce, Louise Blachère’in canlandırdığı Anne karakterinin ilk kez seks yaptığı sahnenin aslında bir tecavüz sahnesi olduğunu fark ettim, fakat bu sahne hiç böyle adlandırılmamıştı – tıpkı Mémoire de fille’de (Genç Kız Belleği) tecavüzü bu kelimeyi kullanmadan anlattığınız gibi. Ancak, film 2007’de gösterime girdiğinde, gösterimler sırasında insanları tiksintiyle ağlatan şey, sahnenin sonunda Anne’in çocuğun ağzına tükürmesiydi. Skandal buydu: bir kadının bir erkeğin ağzına tükürmesi. Komik olan şu ki, Adèle (Haenel) bundan altı ay önce filmin bir lisedeki gösterimine gittiğinde çocukların o bölümü alkışladığını söyledi.

 

Céline, filmlerinizdeki rahatsız edici sahnelerden biri de, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ndeki hizmetçinin kürtajı. Bu, Annie, sizin kitaplarınızda birkaç kez tüm acımasızlığı ve şiddetiyle anlattığınız “olay”ın çok nazik bir karşı noktası gibi.

 

ERNAUX: Kürtaj tasviri çok ender rastlanan bir şeydir. L’évènement (Happening/Olay) adlı kitabımda şöyle yazmıştım: “Dünyada, koleksiyonunda Kürtajcının Stüdyosu adında bir eser bulunan tek bir müze olduğuna inanmıyorum.”

 

SCIAMMA: Beni o sahneyi hayal etmeye teşvik eden şey tam da bu cümleydi! Bunu filme alma fikri aşamalı olarak aklıma geldi. Kırılma noktası, kürtaj yaptıran genç kadını teselli edecek bir çocukla tanıştırma fikriyle geldi. Bu sahnenin zaten herkeste yankı uyandıracak kadar rahatsız edici olduğunu düşündüm; kürtaj yaptıran, yaptırmayan, çocuğu olan, olmayan kadınlarda…

 

 

Zaten film de Marianne’in bu sahneyi resmettiğini göstererek, böyle bir “olayın” nasıl temsil edileceği sorusunu o anda ortaya atmış oluyor.

 

SCIAMMA: Filme hazırlanırken kadın sanatçılar üzerine epey bir araştırma yaptım. Bu külliyatı ancak yetişkinlikte keşfedebilmiş olmak beni çok hüzünlendirdi. Keşke hayatımın çok daha erken dönemlerinde bana eşlik edebilmiş olsalardı. Ama sanatımız, bedenlerimiz, mahrem anlarımız elimizden alındı. Dişlerini gösteren, yemek yiyen, sarhoş olan 17. yüzyıl kadınlarının otoportrelerini gördüm. Yarısından azı uzanma koltuğunda çıplak! İki kadının kitap okurken sigara içtiği bir resimle karşılaşmak, doğrusu, iyi hissettiriyor.

 

 

İkiniz de kendinizi hep feminist olarak tanımladınız, hatta çok da uzun olmayan bir süre önce, feminist olmanın bugüne kıyasla çok daha az kabul gördüğü bir dönemde bile. Peki nasıl feminist oldunuz?

 

ERNAUX: Sanırım güçlü bir kadın modeli olan annemden derinden etkilendim. Ve sonra 1958’de İkinci Cinsiyet‘i okumak benim için çok şekillendirici oldu, hayatımı değiştirdi. O dönem henüz bu kelimeyi kullanmıyor olsak da, 1958’de feminist olduğumu söyleyebilirim. Aynı zamanda Beauvoir’ın feminizminin günlük yaşamda ve evlilikte aslında o kadar pratik olmadığını da fark ettim! 1960’ların başında kürtajın günün birinde yasallaşacağını hayal edemiyor olsak da, hapın (1950’lerin ortasında) icat edildiğini ve yasaklandığını biliyorduk. Ama doğum kontrolü ile feminist mücadele arasındaki bağlantıyı henüz kuramamıştık. Örneğin, Beauvoir o dönemde doğum kontrol hapıyla ilgilenmiyordu. Bunu önemsemiyordu.

 

Sonrasında feminizminiz pekişti mi?

 

ERNAUX: Feminist diyebileceğiniz yazarlarla zaten çok ilgiliydim: George Sand, Virginia Woolf. Yüksek lisansa eşdeğer olan diplôme d’études supérieures için “Sürrealizm’de kadın ve aşk” üzerine çalışmayı seçtim. Sonrasında 1970’lerin feminist hareketlerinde yer aldım.

 

Mouvement de libération des femmes (MLF-Fransız kadın kurtuluş hareketi) aktivistlerinden miydiniz?

 

ERNAUX: MLF’nin parçası değildim ama Ligue du droit de femmes (Kadın Hakları Derneği), Gisèle’s Halimi‘nin kurduğu Choisir (Seç) Hareketi ve MLAC’da (Kürtaj ve Doğum Kontrolü Özgürlüğü Hareketi) yer aldım. O sırada evliydim ve Annecy’de yaşıyordum. Kocam eylemlere katılmamı istemiyordu ve ben de mecburen gizlice gidiyordum! 70’lerin başıydı ve böyle bir baskıcılık vardı. O dönemin sloganı “Erkeksiz bir kadın, bisikletsiz bir balık gibidir” idi. Evde bu sloganın yazılı olduğu bir poster asınca, kocam onu derhal yırtıp atardı. Bu hareketlerde çok sayıda evli kadın vardı; gerçekten dünyayı yeniden yaratıyor gibi hissediyorduk. Her ne kadar bu ismi vermemiş olsak da, kız kardeşlik kavramı da yine bu dönemde doğdu. Kadın grupları – ben bunu hiç deneyimlememiştim. 1968’den önce böyle bir şey yoktu. Harika bir deneyimdi!

 

Feminist kazanımlar ile toplumsal hareketlere yönelik artan baskılar arasında kaldığımız muğlak bir zamanda yaşıyoruz. Umut yeniden doğuyor, yine de sizce umudu bir parça dizginlemeli miyiz?

 

ERNAUX: Ben temkinli davranıyorum. Her halükârda daha aşılması gereken dağlar var. Ancak, şu anda yaşananlar bana daha da fazla umut veriyor. Bizler, kadınlar olarak, uyanık olmalıyız. Mücadele sonsuz. Hem neden öyle olmasın ki? Mücadele iyidir.

 

SCIAMMA: İki farklı düzlem var: bireysel yaşamlarımız ve kolektif mücadelelerimiz. Alternatifler için mücadele edebiliriz ya da bunları günden güne somutlaştırarak hayatlarımızı topluluk oluşturmanın başka yollarını deneyebileceğimiz bir tür laboratuvar haline getirebiliriz. Yani evet, hayatımız boyunca mücadele edeceğiz, ama bu bizi zenginleştirecek, kendimizi bütünüyle ele almamızı gerektirecek. İleriye dönük olarak umut verici bulduğum şey de bu. Yapmamız gereken şey, feminizmi dünyanın tam bir yeniden düzenlenişi olarak görmek.

 

 

Notlar

 

[i] Céline Sciamma ikinci uzun metrajlı filmi olan Tomboy’da (2011) bir grup çocukla vakit geçirirken “erkek gibi” davranan 10 yaşındaki Laure’yi merkeze alır. Laure yaz boyunca Mickaël’e dönüşür, ta ki bu oyunu tamamen bozulana kadar.

 

[ii] Bir Kadın‘da (Gallimard, 1981 – çev. Yaşar Avunç, Cem) anlatıcı, parlak ve genç öğrenciyken evlilik hayatının ve anneliğin kısıtlamalarıyla giderek nasıl tuzağa düşürüldüğünü anlatır. Zihinsel aşırı yükün amansız bir tasvirini yapar: ev içi alanı düzenleme işi hâlâ esas olarak kadınlara düşmektedir.

 

[iii] Gallimard tarafından 1991’de yayımlanan ve Danielle Arbid tarafından 2020’de sinemaya uyarlanan Yalın Tutku (çev. Yaşar Avunç, 2022, Can) anlatıcının genç bir erkekle birkaç ay boyunca sürdürdüğü, her şeyi tüketen tutkunun, özellikle de cinsel arzunun gücüyle dolu bir ilişkinin klinik anlatısıdır.

 

[iv] Mémoire de fille (Gallimard, 2016 – Genç Kız Belleği) Annie Ernaux’nun hayatı boyunca yazmayı düşündüğü kitaptır. Ernaux kitapta 60 yıl sonra, ilk kez seks yaptığı ânı anlatıyor: asla böyle adlandırılmayan bir tecavüzü.

 

[v] Annie Ernaux, Normandiya’da geçen çocukluğunun bir portresi olan Boş Dolaplar’da (Gallimard, 1974 / çev. Siren İdemen, 2022, Can) eserlerindeki ana temaları geliştirir: anne figürünün önemi ve toplumsal sınıflar arasında parçalanmışlık hissi: vaktiyle fabrika işçisi olan ebeveynlerinin çevresi ve çalışmaları aracılığıyla keşfettiği burjuva entelektüel çevresi.

 

[vi] Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (2019), 18. yüzyıl Brittany’sinde bir ressam (Noémie Merlant) ile onun modeli  olan (Adèle Haenel) iki genç kadının tanışmasını ve imkânsız aşkını anlatıyor.

 

[vii] Nilüferler (2007) Céline Sciamma’nın ilk uzun metrajlı filmidir. Marie, Floriane ve Anne 15 yaşındadır. Kadın olmak için sabırsızlanan bu gençler, belediye havuzunun banklarına ve ilk lise partilerine sıkılganlıklarını da beraberlerinde götürür. Ancak, arzu hiç beklemedikleri bir yerde ortaya çıkar ve hayatlarını alt üst eder.

 

 

Ana görsel/fotoğraf: Marguerite Bornhauser