Sarya Aslan: Yazgı…

Kendi kundağımıza mülteci doğmuşuz

Yazgımızı alıp mıh gibi alnımıza çakmışlar

Elini atsan çıkarmaya gözün görmüyor

Gözün görse cesaretin yetmiyor

Hiç unutturmuyor kendini…

Bütün hikâyen o mıh etrafında dönüp duruyor…

Bizim hikâyemiz kendi göbek bağımızı kendi ellerimizle kestiğimiz yerden başlıyor. 

Bizim hikâyemiz kanatları alev alev tutuşan kelebeklerin dansa durduğu yerlerde geçiyor. 

Bizim hikâyemiz gücümüzü yaralarımızdan aldığımız, dostun ikiyüzlü, düşmanın namert, kıyametin alamete ihtiyaç duymadığı bir çağın ortasında geçiyor…  

Bu topraklarda bir ölüm yaşandığında çeşitli rivayetler söylenir. Derler ki kırk gün çok acı çekersin sevdiğin birini kaybettiğin gün kırk ok yüreğine saplanırmış. Her gün bir ok düşermiş. Kırkıncı gün artık yüreğinde son bir ok kalırmış. 

İşte o son ok sevdiğini unutmayasın diye kalırmış yüreğinde, batmaya devam edermiş. 

Kırk ok yerini tek bir ok’a bırakır acın hafifler sen de onunla birlikte yaşamaya alışırmışsın. Unutmamak için bile yüreği bir okun delmesine ihtiyaç duymak ne tuhaf ve alışmak ne korkunç bir kelime… 

Ölümlere alışmak, unutmaya alışmak, kayıplara alışmak ne korkunç.

Bu coğrafyada tuhaftır ki yeni doğan bebeğin de dış dünyaya alışması için kırk gün biçerler. Gözleri gördüğüne, kulağa duyduğuna, yüreği sıcaklığa kırk günde alışır. Biz daha doğduğumuzda kırk güne yayılan bir acı çetelemiz var.  

Ölümün, acının, kanın eksik olmadığı bu topraklara alışması için kırk gün, dayandın yaşadın dayanamadın yok oldun…

Zaman geçiyordu Leyla ama bende oklar düşmüyordu, acım hiç azalmıyordu. Ne çok acı var değil mi? Bunlar üzerine çok az konuşmuştuk seninle. ‘’Bunlara yoğunlaşsak dayanamayız’’ demiştin. Umudu korumak, mücadeleyi büyütmek lazımdı. Ruhu özgürleştirmenin yolu ona acıların hükmetmesine izin vermeden dirençli, kararlı yolculuklarla mümkündü. 

Senin yolculuğun sıradan bir yolculuk değildi. Dolayısıyla yaşadığımız sonuçlar da sıradan olmayacaktı. Ama insan yine de ruhsal olarak normal akışı istiyor belki de bundan ötürü senden sonra yas üzerine okudum biraz. 

Kendim için değil bu acıları yaşayan herkes için. 

Okuduğum her makalede her kitapta aynı şey yazıyordu. İnsanın bu süreci doğal akışında geçirmesi kaybettiğini uğurlamasıyla mümkündür. Son bir kez dokunmak, öpmek, tabutunu taşımak, toprağını kazmak ve vedalaşmak… 

Doğal akış diyor, yaşamına sonradan normal devam edebilmek için diyor… Bize ne kadar uzak… Bu topraklar çok uzun zamandır normal bir akışa tanıklık etmedi. Amaç, geride kalanların da yaşamlarını yok etmek olunca düşman namertlikte sınır tanımıyor. 

Ben bu yazıları okuduğum dönemde kaldırımdan çıkarılan cenazelerin haberi düşüyor önüme, sonra Cemile, sonra Taybet Ana ve çocuklarının kemiklerini almayı bekleyen analar aklıma geliyor. 

Senin dediğin gibi Leyla, düşman bir değil ki, zulüm bir çeşit değil ki…

Nietzsche‘nin, ‘’beni öldürmeyen acı güçlendirir’’ sözü bende anlamını yitiriyor. Beni acılar artık güçlendirmiyor… Ben bu kadar güçlü olmak istemiyorum. Böyle bir güç artık bizim talihsizliğimiz, anlıyor musun? 

Yazgımız er ya da geç değişecek, yüreğinde kırk okla doğan çocukların gücü sayesinde elbet. 

Ve biz sizleri hatırlamak için o son ok’a ihtiyaç duymayacağız o son ok zalimin göğsüne son darbe olacak…

Kız kardeşin…