Ruşen Seydaoğlu: Belki başka bir yol daha vardır

Fizik, tüm seslerin evren boşluğunda bir şekilde buluştuğunu söylüyor ya, dünya haritasına bakarken siz de hemen hemen her yerden farklı tonlarda kadın seslerinin yükseldiğini ve birbirlerine ulaşmaya çalıştıklarını hissediyor musunuz?

Savaş, namus, sınır ve kadın…Tüm bu kelimeleri farklı arka planlarla, birlikte ya da birbirlerine doğru aldıkları pozisyonlar açısından bugünlerde yeniden duymaya başladık. Olaylar da Türkiye, Afganistan ve Şengal’de geçiyor. Kozmosu parçalara bölüp sınırları icat edenlerin, üstüne üstlük bu sınır illüzyonuyla kahramanlıklar uyduranların dağıttıklarını toplamaya çalışanlar ise bir kez daha hikayedeki kadınlar olacak gibi görünüyor.

Hesabı eskiye dayansa da Kabil’in Taliban tarafından işgali ve yönetiminin ele geçirilmesinin ardından rejimin ilk pratiği siyasetçi ya da sanatçı, Afganistanlı tüm kadınları köktendinci-kadın düşmanı uygulamalarla yüz yüze bırakmak oldu. Şengal, Ezîdî kadınları özel olarak hedefleyen IŞİD’den çok yakın bir zamanda temizlenmişken göz göre göre yeniden bombalandı, kadınların yaraları henüz tazeyken birçok insan katledildi, hastanelerden ibadethanelerine kadar yaşam alanları yerle bir oldu. Türkiye’de ise bir yandan toplumsal değerlere uymadığı gerekçesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin depremleri bir yandan da Kürt kadın siyasetçiler üzerindeki yargı tacizi sürüyor. Tüm dünyanın seyirciliğinde, üniformalı-üniformasız erkekler bizzat devletten aldıkları güçle “sınırları belli” kadınları katletmeye devam ediyor.

İstila fikri milliyetçiliğin, köktendinciliğin ve cinsiyetçiliğin birlikte ya da kendi aralarındaki farklı korelasyonlarla beslediği politikalarla eyleme dönüştürülüyor. Afganistan’da savaş, köktendincilik ve cinsiyetçilik birlikte devreye konulduğu için önce kadınlar “bizi öldürmeye geliyorlar” açıklamaları yapıyor. Resmî ideolojilerin tarih kitapları “lanetli soy” olarak gösterdiği için Ezîdî kadınlara biçilen paye cinsel kölelik oluyor. Ya da Türkiye anayasasında bu sınırlarda yaşayan herkes şudur ve şöyle yaşar dendiği, hükümet de bunu sağ-muhafazakâr yaklaşımıyla kucakladığı için başka bir dille, kültürle ve inançla yaşamanın, bunun siyasetini yapmanın ve mücadelesini vermenin bedeli Kürt, feminist, sosyalist, tüm kadınların cezaevlerine kapatılması oluyor.

Şunu belirtelim, namus artık Yunan mitolojisinde tanımlandığı gibi objektif bir kavram değil-aslında o haliyle bile objektif değildi. Toplumsal değerler ve ahlakın üstünde de erkek-devlet yelleri esiyor. Kadınların dönüştürücü-itaatsiz gücünün kırılması, bu aklın ve bedenin tahakküm altına alınması çok uzun zamandır namus kılıflı cinsiyetçi politikaların temel motivasyonu olarak hayata geçiriliyor. Cinayetlerin, ceza indirimlerinin gerekçesi olarak ulus-devletlerin ve yargı mekanizmalarının kadınlara karşı ileri sürdüğü temel argümanlardan biri olarak kullanılıyor. Uluslararası kadının insan hakları hukukunda tecavüz, tam da var olan namus algısından dolayı savaş suçları arasında sayılıyor. Namus, erkeğin-devletin biçtiği rol olarak hemen her kadın için sevgisizliğin, eve kapatmaların, tacizlerin, yoksulluğun, savaşların, göçlerin ve güvencesizliğin toplamı anlamına geliyor. Dünyanın her noktası, kadınlar ve halklar için son derece güvensiz, erkeklerin-devletlerin daha güçlü olmak adına saldırdıkları ya da her an saldırabilecekleri, geleceği belirsiz, “harcı namus olan” mekânlara dönüştürülüyor.

Elbette namus kavramını büründürüldüğü cinsiyetçi kalıplardan çıkarıp kadın odaklı-toplumsal değerler bütünü olarak kendi hakikatine kavuşturmayı istemek muazzam bir arzu. Zaten bu iddiayla kendi düşünce sistematiğini ve eylemlerini “kimsenin namusu değiliz, namusumuz özgürlüğümüzdür”* şeklinde örgütleyen ya da giydirilmiş haliyle namusu reddederek “namusumu kaybettim bulmayacağım, kimsenin namusu olmayacağım”** diyen ama yöntemleri-sözleri değişse de kapitalizmin ve patriarkanın öldüren, sömüren ölçülerine itaat etmeyen kadın hareketleri-feminist hareketler var ve direnişleri sürüyor. Fakat bir yandan sınır namustur deyip patriarkal-kapitalist sistemlerin sınır seviciliğine meyletmek, toplumsal çeşitliliğe ve farklı kimliklere tahammülsüzlüğe, ırkçılıkla da pekiştirilen cinsiyetçiliğe egemenlere has tekrarlarla çözümler sunmak diğer yandan cinsiyetçi kalıplardan kurtulalım demek o cümledeki “gerçeği” yeniden muğlaklaştırıyor. Savaş kadına karşı başlatılıyor, doğayı, halkları, kentleri ve ruhları katletmeye, kimin iktidara geleceğini beklemeden devam ediyor. Haliyle bildik kutuplaşmalar, ezberler yerine üçüncü yol, başka bir yol üretebilmek, yönetmeye talip olanların yüzlerini kadın özgürlük mücadelelerine dönmelerinden, bu cesareti gösterebilmelerinden geçiyor.

Zaten bu yazı da sınırların binlerce yıllık, ulus-devletlerin iki yüz yıllık tarihiyle boğuşurken kadınların bunca zaman verdikleri karşı mücadelenin anlamını yeniden düşünme ihtiyacından doğdu. Bunca saldırıya rağmen hayatta kalmak için direnen, ev ev, sokak sokak örgütlenen, bitti denildiği yerde dirilen kadınların ve kadın örgütlülüğünün, savaşmak ya da adapte olmak dışındaki “o” yolda kurduğu dile, anlayışa ve söküp alma kabiliyetine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Hikâye, üç ayrı coğrafyanın başına gelen, münferit olaylar gibi yansıtılsa da Ortadoğu’dan Afrika’ya, Asya’dan Avrupa’ya kadınlar, yüksek dozajlı ya da inceltilmiş ama bitmeyen ulus devlet savaşları içinde kırımdan geçiriliyor. Yaşanılanların sebepleri ve sonuçları aslında iktidarların kadınların özgürlük potansiyelinden ne denli korktuklarını ve bu savaşların kadınlara karşı yürütüldüğünü gösteriyor.

Tüm bunlar olurken yani kadınlar namus gerekçesiyle; aile içinde, mahkeme salonlarında, sınırları geçip hayatta kalmaya çalışırken ya da savaşın tam ortasında kırımdan geçirilirken belki de kadınların özgürleşmesi, toplumsal eşitliğin sağlanması için sınırların kevgire dönmesi ve hatta zamanla kaybolması gerekiyordur. Belki de cihadist örgütlerin, ulus ötesi şirketlerin, adına ne dersek diyelim patriarkal-kapitalist koalisyonların yaşadığımız yerlere girip talan etmesine, kadınlara tecavüz ederek, onları pazarlarda satmasına, savaş suçu işlemelerine izin vermemenin bir yolu vardır. Üstelik bu yol sınırlar koyup sonra da o sınırlar için namus cinayetleriyle dolu savaşlar çıkarmak olmayabilir. Belki de sınırlar ve savaşların göbek bağını gören bir yerden kadın örgütlülüğünü büyütmek, kadınların demokratik-enternasyonal birliğini sağlamak sanıldığı kadar zor değildir ve hayata geçirmenin tam sırasıdır.


* Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nin 2009 yılında başlattığı kampanyanın temel sloganı.
** Türkiye’deki Feminist Hareketin 8 Mart ve 25 Kasım eylemlerinde sıklıkla kullandığı sloganlardan biri.

 

/Karınca/