**

Silvia Federici

Feminist ekonomi üzerine yapılan bu konferans, mevcut ekonomi politikalarına alternatifin her gün daha da ihtiyaç duyulduğunun su götürmediği bu kritik zamanlarda yapılıyor. Tam da bu sebeple alternatif programları açık bir şekilde ifade etmeye ve daha adil bir toplum düzenine olan ihtiyaç her zamankinden daha acil.

Feminist ekonomi bu ihtiyaçlara cevap verebilir mi? Teklif veya müzakare zeminlerinin oluşturulmasına yardımcı olarak toplumsal hareketler ve kurumlar arasındaki bir geçiş aracı olabilir mi? Olasılıklar nelerdir, bu teklif hangi olasılıkları sunmaktadır, sınırları ve çelişkileri nelerdir?

Bu soruları cevaplamak için belki öncelikle feminist ekonomiyi tarihsel bağlamına oturtup, başlangıcından 1990’ların başından beri olan gelişiminin politik ve disiplinel değişimlere olan katkısını şematik olarak incelemek gerekir.

Feminist ekonomi feminizmin gücünün bir örneğidir. Feminizm kadınlara deneyimleri ve mücadelelerine dair öyle bir cesaret, öyle bir özgüven verdi ki kadınlar kocaman bir fırtına yarattı: Tüm disiplinler arasında, toplumumuza egemen olan iktidar yapılarına en yakın olanı, bir ekonomi fırtınası. Feminist ekonominin ortaya çıkışının, neoliberalizmin yükselişi, dünya ekonomisinin yeniden inşası ve “refah devleti”nin ortadan kalkışıyla ortaya çıkan egemen politik ve ekonomik paradigma krizlerinin yaşandığı döneme denk gelmesi önemliydi.

Bu bağlamda feminist ekonomi karmaşık ve aykırı bir rol oynadı. Bir yandan, standart kategorilerini, metodolojilerini, yapısal değerlerini eleştirerek neoklasik ve neoliberal ekonomiye meydan okudu; diğer yandan da bu ekonominin parasal ilişkilere yönelik ayrıcalıklı odağını ve bireysel davranışların itici gücünün bencillik ve rekabet olduğu varsayımlarını kınadı. Daha önemlisi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, bakım emeğinin değersizleştirilmesi ve sosyal ilişkilerde işbirliğinin önemi gibi feminist hareketin temel meselelerini ekonomik teorinin tam ortasına yerleştirdi.

Diğerlerinin yanı sıra asıl önemli olan, uluslararası ev işine ücret kampanyasının da parçası olan meslektaşım Antonella Picchio’nun, toplumsal yeniden üretim sürecinde ev işlerinin merkeziliğini incelediği çalışmasında bahsi geçen işin, tüm “üretken” faaliyetlerin ona bağlı olması sebebiyle, “gerçek ekonomi” olduğunu göstermesidir.

Şimdilerde feminist ekonominin kurucu yapıtlarından biri kabul edilen ‘If Women Counted’ (1988) kitabının yazarı Marilyn Waring çalışmalarında ekonomik büyüme ölçütünün uluslararası standartlarını, doğayı ve “üretken” olarak nitelendirilen alan içerisindeki yeniden üretimi dışarıda bırakması sebebiyle eleştirdi. Waring’in altını çizdiği üzere bu toplumda ekonomik değer kavramı o kadar sapkın durumda ki çocukları öldüren silahlar üretmenin ‘üretkenlik’ ve toplumsal zenginliğe bir katkı olduğu düşünülürken çocukların büyümesine yardımcı olmak buna dahil edilmiyor.

Picchio ve Waring’in açtığı bu yol “bakım emeği”, “ekolojik sürdürülebilirlik”, işgücü piyasası ve uluslararası ekonomik ilişkilerdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine yapılan çalışmaların birkaç yıl gibi kısa bir süre içinde çoğalmasına olanak sağladı. Ayrıca, aslen Katalonyalı Lourdes Benería’nın küreselleşmenin erkekler ve kadınlar üzerindeki farklı etkileri üzerine ve Cristina Carrasco ile Amaia Pérez Orozco’nun bakım emeği üzerine yaptığı çalışmalardan da bahsetmeliyiz.

Feminist ekonomistler katkılarıyla yalnızca bizlerin ufkunu genişletmek ve -toplumsal gerçekliğin anlaşılmasında bize yeni araçlar verecek olan- ekonomiye dair teorik bir yeniden inşa imkanı sunmakla kalmadı; aynı zamanda politik söyleme sürekli göz korkutucu bir Latince kullanımı ile sızdırılan teknik ve kopuk dili de deşifre etti. Ayrıca “cam tavan”, “yoksulluğun kadınlaşması” gibi dilimize ekledikleri yeni kavramlar halkın zihninde yer ederek yaygın kullanıma girdi.

Tüm bu ilerlemelerle birlikte, feminist ekonomistlerin feminist ekonominin içerisinde geliştiği teorik ve analitik çerçeve bünyesinde yaşadığı zorluğun da altını çizmek gerekir ki bu da zenginliğin özelleşmesi ve kapitalist gelişmeye olan bağlılığından dolayı iktisat teorisinin temelleriyle açıkça yüzleşmektir.

Örneğin, feminist ekonomistlerin uluslarası ekonomi politikalarına yönelik eleştirileri çoğunlukla küreselleşmenin kadınlar üzerindeki “farklı etkileri”ne yoğunlaştı, bu da “farklı etkilerin” daha eşit dağılması durumunda bu politikanın daha kabul edilebilir olacağını vurguladı. Benzer şekilde, “toplumsal cinsiyet entegrasyonu” arayışı da genellikle, geleneksel ekonominin tipik “erkek ayrıcalıkları”nın yapısal kökeninin ücret ilişkilerinin yapısal bir sonucu olduğunu gözden kaçırmıştır. Bu aslında, iş gücü içerisinde kapitalist sistem tarafından kadınlara onların birincil görevi ve biyolojik ve psikolojik uygunluk sebebiyle miras aldıkları ücretsiz bir etkinlik olarak dayatılan yeniden üretim ve bakım emeğinin sistematik olarak değersizleştirilmesinin bir sonucudur.

“Ücret patriyarkası”nın[***] esas temeli ve iktisadi düşüncedeki en büyük sorunlarından biri olan ücret ayrımcılığının üzerinden şekillenen üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrımın üstesinden gelmek, kadınların omuzlarına onları “entegre” etmek istedikleri kalkınma programları gibi “üretken” olan yeni yükler yükleyerek gerçekleştirilemez. Diğer işlere ek olarak, kadınların büyük çoğunluğunun evdeyken yapmak zorunda olduğu ücretsiz ev içi emek sorunu ile yüzleşilmediği sürece, “işgücü piyasasına entegrasyon” veya “kalkınma ekonomisine entegre olmak”tan bahsetmek bir aşırı sömürü ortaya atmak, kadınların hayatının tamamen işe, özellikle de düşük ücretli, çoğu zaman riskli ve serbest ticaret bölgeleri gibi hiçbir kuralın olmadığı, sömürünün sınırsız olduğu alanlardaki işlere hapsedilmesinden bahsetmektir.

Ayrıca, ücretsiz ev işi “değerinin” tanımlanması da tamamen açık değildir. Birkaç istisna dışında, feminist ekonomistler önerilen “değerlemenin”, ulusal ve uluslararası finansal sistemlerindeki üretim emeğini içerecek şekilde tamamen resmi ve ahlaki mi olması gerektiğini, yoksa bunun bir ücret karşılığı mı olması gerektiğini açıklamamışlardır ki bu birçok kadın için hayati bir sorudur.

Daha önce de belirttiğim gibi biz kadınlar olarak ancak, çoğu kadının da tabi olduğu, kapitalist birikimi arttıran ve kapitalizmin sömürme gücünü güçlendiren bu muazzam sömürüye son vererek, hem erkekler ve devletle, hem yeniden üretimle olan ilişkimizde hem de çalıştığımız tüm alanlarda daha iyi yaşam koşulları üzerine pazarlık edebiliriz. Fakat her ne kadar kurulmakta olan feminist ekonomist ağların artık kadınların deneyimlediği bu muazzam sömürüyle yüzleşmesi ve bunu kınamasıyla beraber bugün bazı değişiklikler hissedilse de, bugüne kadar çok az sayıda feminist ekonomist bunu tanımlamıştır.

Böyle bir çekingenlik anlaşılabilir. Feminist ekonomistler, aslan kafesinde çalışırlar ve kapitalist iktidar yapısına en bağlı disiplini değiştirmeye çalışırlar. Bununla birlikte, özellikle bu çekingenlik bugün üstesinden gelinmesi gereken bir sınırdır; çünkü feminist ekonomi kapitalist sistemin temellerini sorgulamadığı sürece, ekonominin radikal bir eleştirisi olmak yerine onun bir başka dalı haline gelme ve aslında silahsız bırakmayı amaçladığı bir disiplini “geliştiren” konumunda kalma riskini taşımaktadır.

Dahası, karşılaştığımız üretim krizi o kadar dramatik ki, dünya ekonomisini kontrol eden politikacıların ve bankacıların insanlaşmasını, insan hayatını tüm bireysel ve kolektif kazanımların önüne koymalarını, daimi savaşlar için kullandıkları tüm kaynakları hayatlarımızın yeniden üretiminin hizmetine sunmayı öğrenmelerini bekleyemeyiz. Eğer 500 yıllık kapitalist kalkınma -500 yıllık kolonizasyon, işgal, mülksüzleştirme- yeniden üretimimizi garanti altına alacak kadar zenginlik üretmediyse ve dünya ekonomisinden bekleyebileceğimiz tek şey daha çok kemer sıkmak ise, kapitalist ekonominin gezegen nüfusunun çoğunluğu için sürdürülebilir olmadığını söylemenin zamanı gelmiştir.

Tıpkı İspanya’da “Barselona en Comú”nun**** kuruluş örneğindeki gibi toplumsal hareketlerin kurumlara görünür şekilde girişi ile gelişen siyasi duruma feminist ekonominin nasıl tepki verebileceğini kendimize sorduğumuzda dikkate almamız gereken konu budur. Toplumsal zenginlik devletin elinde olduğu sürece kurumların göz ardı edilemeyeceği açıktır. Bu nedenle, ürettiğimiz servetin kontrolünü yeniden kazanmak için doğrudan devletle nasıl yüzleşileceğini tartışmak gerekir. Bu bağlamda feminist ekonomistler çok önemli bir rol oynayabilirler çünkü belgelere ve raporlara erişimleri vardır, bunları analiz etme ve cevaplama kapasitesine ve genel olarak ekonomik planlamayı oluşturan perspektifler ve konular hakkında doğrudan bilgiye sahiptirler. Böylece, mücadele eden herkese ve aynı zamanda kurumlar içerisinden de etkileşime açık ve cevap vermeye çalışan herkese önemli araçlar sunabilirler.

Ancak, daha iyi bir dünya yaratma gücünün devlette değil toplumsal hareketlerde, yani hareket halindeki toplumlarda bulunduğunu ve kurumlarda çalışanlarca sosyal politikaları değiştirme çabalarının devletin yaptıklarını kazıma değil güçlendirme riski taşıdığını unutmamak gerekir. Bu konu özellikle sermaye yoğunluğunun, karar verme gücünün yerel yönetimlerden alınarak Avrupa Merkez Bankası ile Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası kapitalist kurumların eline bırakıldığı şu zamanlarda çok belirgindir. AB ve ABD arasında an meselesi olarak bakılan tek bir ticari alanın inşası -eğer başarılı olursa- bu süreci aşırıya taşıyacaktır çünkü mahkeme serbest ticaret anlaşmasına saldırı olarak yorumlanabilecek herhangi bir karar veren hükümetleri cezalandırabilecektir.

Yunanistan’ın borcunun ödenmesi sürecindeki olayların da gösterdiği gibi, herhangi bir hükümetin bugün, geniş halk hareketlenmeleri görülüyor dahi olsa, bize sadece yeni kemer sıkma programları vaat eden kapitalist sistemin kurallarından kaçınması zor bir süreçtir. Çünkü bunu yapmaya çalışan hükümetler ve toplumlar, uluslararası sermayenin onlara karşı açtığı denge sarsıcı saldırıyla yüzleşmek zorundadır.

Feminist ekonominin bugün yerine getirmesi gereken görevlerden birinin bu gerçekliği algılamamızı sağlamak ve her şeyden önce karşı karşıya olduğumuz bu sosyal sistemin mantığını anlamamıza yardımcı olmak olduğunu düşünüyorum.

Bu önemli bir görevdir çünkü gittikçe küreselleşen ve finansallaşan dünya ekonomisi, insanların yaşamlarımızı yöneten güçlerin neler olduğunu anlamalarını giderek zorlaştırmıştır ve bu, direnme ve alternatif oluşturma kapasitemizi zayıflatmaktadır. Bilgi güçtür ve korkuya karşı bir panzehirdir. Bugün Yunanistan’da birçok insanı en temelde borcunu ödememe fikriyle AB’den ayrılma fikri arasına sıkıştıran bir tür korkudur bu.

Burada feminist ekonomistler, uluslararası sermayenin ekonomik projelerinin yönlerini tahmin edebilmemiz için, onları deşifre etmemize ve ekonomik planlama dilinin maskesini düşürmemize yardımcı olacak önemli bir rol oynayabilir. Feminist ekonominin bizlere hükümet bütçelerini, uluslararası ticaret anlaşmalarını ve gözlerimizin önünde yaşanan büyük göçleri motive eden ekonomik ve sosyal faktörleri açıklamasına ihtiyacımız var ki bizler de hükümetlerimizin çıkardığı savaşlardan ve ekonomik programlardan kaçmaya çalışan binlerce genç kadın ve erkeği Akdeniz’de boğulmaya mahkum eden politikaların sapkınlığını değerlendirebilelim. Bu anlayış olmadan siyasi körlük ve yolsuzluk ile ilgili aynı teraneyi yaşamaya mahkumuz.

En önemlisi, feminist ekonomi başlangıcından beri süregelen bu süreci daha da derinleştirebilir. Yeniden üretimin öneminin açıklanması sadece hayatlarımız ve kapitalist birikim için değil; aynı zamanda mücadalemiz için, dayanışma ekonomilerinin ve özerk-kolektif süreçlerin inşası için, hayatlarımız üzerinde kontrol sahibi olan devlete olan direnişimiz ve piyasa özerkliğimizi arttırabilmek için de önemlidir.

Bu şüphesiz, en aşağıdan başlayacak uzun süreli bir toplumsal dönüşüm olmadan gerçekleştirilemez. Ancak bu bir ütopya değil. Binlerce insan, özellikle de kadınlar, ihtiyaçları, bu para ekonomisinde kendilerine yer olmayışı, gündelik mülksüzleştirme deneyimleri ve haysiyetlerini geri kazanma istekleri nedeniyle bunu zaten deneyimliyor.

Feminist ekonomistler artık özel değil merkezi ve vazgeçilmez olan bu yeniden üretim alanını aydınlatabilir çünkü onu oluşturan her şey, yani ne yediğimiz, giydiğimiz kıyafetler, sevdiğimiz insanlara ayırabileceğimiz zaman, çocuklarımızla aramızdaki ilişkiler küresel ekonomiyi oluşturan bu dinamiklere çarpıyor. Yeniden üretim sürecinde karşılaştığımız büyük sorunları (çocukların ve yaşlıların bakımı, daha adil bir iş bölümünün gerçekleştirilmesi, temel yaşamsal kaynaklara erişim) çözmemize yardımcı olmak ve üretimimizi, mutluluğumuzu, gezegenin herhangi bir yerinde sömürülme ve acı çekme pahasına olmadan elde etmemizi sağlamak için aydınlatabilirler bu alanı.

[**] Bu makale Silvia Federici’nin Vic Üniversitesi tarafından Haziran 2015 tarihinde düzenlenen 5. Ulusal Feminist Ekonomi Kongresi’ndeki konferansından uyarlanmıştır.

[***] Silvia Federici, Caliban ve Cadı, Çev. Öznur Karakaş, Otonom Yayınları, 2012

 

****Ç.N: “Barcelona en Comú” Katalanca “Müşterek Barselona” anlamına gelen bir halk örgütlenmesinin adıdır. Çok kısa sürede yürüttükleri politika ile Barselona belediye yönetimini kazanmışlardır. Ada Colau, 2015 yılında Barselona en Comú bünyesinde Barselona’nın ilk kadın belediye başkanı unvanıyla göreve gelmiştir. Kuruluşlarından kazanım sürecine kadar deneyimlerini takip etmek ve detaylı bilgi edinmek için İngilizce olarak yayınladıkları dosya incelenebilir. https://barcelonaencomu.cat/sites/default/files/win-the-city-guide.pdf