Günay Aslan: Hayat var olmaktan fazlasıdır

Senin için öğreniyorum, cennetin kapısının nasıl açılacağını.(1)

Mark Twain, ‘’hayatınızda iki önemli gün vardır: biri doğduğunuz gün, öteki de bunun nedenini öğrendiğiniz gün.’’ diyor. İnsanın içinde bir ‘efendi’ olduğunu ileri süren, bunun da ‘içgüdü’ olduğunu söyleyen Twain, böyle diyor ama benim için doğduğum günden çok, bunun nedenini öğrendiğim gün daha önemlidir. Bu da elbette seninle ilgilidir…

Ayrıca doğduğum güne dair pek bi bilgim yok. Anlatılanlardan aklımda kalan pek bi şey de yok. Sadece dünyaya gelir gelmez ateşli bir havale geçirdiğimi ve beni ölümden kurtaran doktorun adının – bir minnet ifadesi olarak- bana verildiğini biliyorum…

Öyle ya; soğuk ve gri bir gökyüzünün üzerine kâbus gibi çöktüğü, kıraç tepelerin birbirlerini iterek meskun mahale dönüştüğü, çatık kaşlı mahallelerinin birbirini fesatlıkla süzdüğü, basık damlı, pencereleri solgun, kapıları yoksulluğa, acıya ve incir çekirdeğini doldurmayan komşu kavgalarına açılan kerpiç evlerin, Mısır piramitleri gibi yükselen tezek kulelerinin gölgesine sığındığı, yaşamı bir enkaz gibi devralan yalın ayaklı, giysileri yamalı esmer çocukların sümüklerini yalaya yalaya çayır çimen dolaştıkları, güzün kışa, ilkbaharın yaza karıştığı ve dolayısıyla sadece iki mevsimin yaşandığı, tanrının bir daha hatırlamamak üzere bir kenara attığı fakat, Türk devletinin Atatürk büstünü daha güvenli bir yere taşımak amacıyla ilçe yaptığı Qelqeli köyünden bozma Özalp’te ‘Günay’ ismi ne arasın..? 

Benden iki yaş büyük abime Abdurrahman, onunla aynı yaştaki amca oğluna Abdulcabbar adını uygun bulan bizim büyük ailemiz, muhtemelen bana da Abdulselam ya da Abdurrezzak benzeri bir isim verecekti ama hayata tutunmamı sağlayan doktorun sayesinde başıma böyle bir felaket gelmedi. Ancak yine de uzun yıllar kimse bana ‘Günay’ demedi. Haliyle sorduklarında ben de kimseye, ‘adım Günay’ diyemedim. Gino’dan Günay’a ne zaman, nasıl geçtim onu da fark edemedim…

Bu dünyaya gelmiş olmanın nedenini ise çok geç; sen bize veda ettikten sonra öğrendim. Seni bizden ayıran o lanet güne değin hayata neden gelmiş olduğuma dair birçok fikir yürütmüş, çeşitli seçenekler arasında gidip gelmiştim ama bu dünyaya neden geldim, hayatın benden beklediği nedir sorularına bir türlü geçerli bir cevap verememiştim…

Cevabı çok geç öğrendim. İnsan zaten aileden, okuldan, çevreden, kitaplardan, seyahatlerden, şundan bundan değil de, daha çok başına gelen kötü şeylerden öğreniyor. Bende de öyle oldu; seni kaybettiğimiz o lanet günde; acı içinde sarsılarak öğrendim ki kardeşin olarak senin hayatına tanıklık etmek için dünyaya gelmiştim. Senin ışıklı, aydınlık ve bir o kadar da hüzünlü hayatına tanıklık edecek, seni izleyecek, peşinden gelecektim. Kardeşin, yoldaşın, tanığın, takipçin, neferin ve katibin olacaktım. Bunun için bu dünyaya gelmiştim ve ne yazık ki hayatımdaki çok şey gibi bunu da çok geç öğrendim. Hayatımın gerçeğini, alnımdaki çizgilerin şifresini seni kaybettiğimiz gün sarsıcı bir pişmanlığın içindeyken öğrendim.

Leyla can;

Hayat pişmanlıklar toplamıdır diyor bilge. Günün sonunda insanın elinde sadece pişmanlık kalıyor. İnsan son kertede ya yaptığı şeylerden ya da yapmadıklarından pişmanlık duyuyor ve nasıl yaşarsa yaşasın pişman ölüyor…(2) 

Seninle daha çok yaşamadığım, sana daha çok vakit ayıramadığım seni daha fazla bağrıma basamadığım, alevli saçlarını daha çok öpüp koklayamadığım için şimdi çok pişmanım. Üstelik sen bana vasiyet eder gibi, ‘hatırla’ demiştin! ‘’Hayatımda acıdan başka hatırlanacak bir şey olmasa da sen her şeyi hatırla…’’ demiş, hayata geliş nedenim için bana ipucu dahi vermiştin… 

Bunu anlayamadığım, sen buradayken daha fazlasını yapamadığım için şimdi çok pişmanım ve pişman olduğum kadar çok da yorgunum. Ruhumu kanatan pişmanlık duygusu çok yoruyor Leyla. İki yıldır dağın, taşın, toprağın, suyun, şarkının, şiirin ve öykünün sustuğu her yerde benim pişmanlığım kanıyor. Bu yüzden dört mevsim yedi iklim demeden susuyor, sessizlik içinde sadece sana seslenmek istiyorum…

Ayrıca şimdi daha iyi anlıyorum ki sessizlik acıya iyi geliyor. Konuşmak, anlatmak, paylaşmak yerine içine atmak, orada biriktirmek ve susarak yüzleşmek yarayı iyileştirmese de insanın kendini bir parça iyi hissetmesini sağlıyor. Ömrü karaya vurmuş yorgun bir gemi gibi parçalanmış, savaşın yurdunda yüreği çatlamış benim gibi biri için konuşmanın, anlatmanın, paylaşmanın hiçbir anlamı olmuyor. Olmadığı içindir ki senin dışında kimseyle istesem de konuşamıyorum…

İki senedir ister gece, ister gündüz olsun, ister evde, ister dışarıda olayım yanımda hep sen varsın ve her şeyi seninle paylaşıyor, alevler arasından sadece sana sesleniyorum. İki senedir, sana seslenmesem her şey bitecek, seni tamamen kaybedeceğim kaygısıyla kanlı bir yürek parçası gibi çırpınan kelimelerle sürekli seninle konuşuyorum. Beni duyduğunu biliyor ve her şeyi seninle paylaşıyorum. Her gün sana bacılarından, ablalarından, abilerinden ve kardeşlerinden söz ediyorum. Kim ne yapmış, ne yaşamış, grubumuza ne yazmış, en ince ayrıntısına kadar anlatıyorum. Sana Van’dan Van Gölü’nden, kaleden, Akdamar’dan ve ruh ikizi olduğun Tamara’dan haberler veriyorum.  Yazları kuzularıyla söyleştiğin Özalp’i, şimdi yerinde yellerin estiği evimizi, her zaman ürkek ve hep endişeli mahallemizi, ailemizde her kuşağın hayallerini süsleyen dededen kalma buğday tarlalarını, babaannemizin kıble bulağını, reçel için gül çaldığımız Sultan’ın bağını ve senin kendini coşkuyla yerlere serdiğin Nusret’in çayırını anlatıyorum…

 Seninle en çok da alevler arasındaki süreci paylaşıyorum. Pamuk ipliğine bağlı Rojava’yı ve elbette vurulmuş umutlarını yeşertmeye çalışan Kobani’yi konuşuyorum.

Leyla can; 

Acı zamanla dönüşüyor ve kişiden kişiye değişen farklı tepkilere yol açıyor diyorlar. İnsan kişiliğinin de etkisiyle acı kiminde bir hastalığa, kiminde karamsarlığa dönüşüyor. Kimi umuda sarılarak acısıyla başa çıkmaya çalışıyor, kimi umutsuzluğun pençesine düşüyor. Kimi geleceğe dönüyor yüzünü, kimi anılarına çakılıp kalıyor…Anlayacağın herkesin acı karşısında tepkisi farklı oluyor. Fakat bizde hepsi var. Bize hepsi oluyor. Kardeşlerin olarak acının her türlüsünü, her türlü yan etkisini en yoğun haliyle yaşıyoruz. Sensizlikle başa çıkamıyoruz. Bu yüzden iki senedir hüznü bir deri gibi yüzümüzde, alevleri sesimizde, yangınları gözlerimizde taşıyor ve kendimizi son iki yılda iki asır yaşamış kadar çok yorgun ve halsiz hissediyoruz…

Ömrümüzün bir yanı Derik mezarlığında asılı kalmış haziran ayı, diğer yanı kestanemsi saçlarına takılmış ağıtlar çanı…Zor, çok zor…koru bizi; bize dayanma gücü ve sabır ver lütfen. Ayrıca sadece bizim de değil, acı çeken herkesin dayanma gücüne ve sabıra ihtiyacı var. Çünkü senden sonra da ölüm bütün ağırlığıyla Kürtlerin yüreklerini ezmeye devam ediyor. Azrail Kürtleri hep aynı yerden; alınlarındaki çizgilerinden çekip alıyor. Masallar yine yarım, hayaller yine sahipsiz, şehirler yine uykusuz kalıyor. Kürtlerin şehirleri senden sonra da uykusuz gecelerden ve hüzünlerden geçerek sabahlara varıyor. Aylardır dağlardan şehirlere çığlık çığlığa toprağa düşen özgürlük kuşlarının sesleri geliyor. Dünyayı aydınlatan güneş Kürtleri karanlığa gömüyor. Baktığımız her yerde karşımıza ölüm çıkıyor…

Ölüm demişken Leyla; saçların hâlâ ellerimi yakıyor…Oysa sen hep saçlarınla gülerdin…Saçlarınla ne de güzel gülerdin. Kahkahaların sonsuza dek sürecek gibi görkemli ve mutluluk vericiydi. Sen saçlarınla güler, gözlerine konmuş bulutlar ile de ağlardın. Çok gülerdin sen, belki de çok ağladığın, ağlamak istediğin içindi…

Çünkü hayat seni kocaman kayayı dağın zirvesine çıkarmakla cezalandırılmış Sisifos gibi, sırtındaki ağır yükle zirveye tırmanmaya mahkum etmişti. Kocaman kayayı dağın zirvesine taşıyan Sisifos, zirveye ulaştığı her seferinde tanrılar tarafından aşağı itiliyordu. Bu kısır döngü hep böyle devam ediyordu. Tanrılar, insanların bilgesi Sisifos tükensin, diz çöksün, biat etsin istiyorlardı.  Ama o pes etmek yerine direndi. Cezayı saçma bulsa da kayayı sonsuza dek zirveye sürüklemekten asla vazgeçmedi.

Tanrılar düzeni her yerde aynıydı. Sen de on yıllarca koca kayayı zirveye taşıdın ve sen de her defasında zirveden aşağıya atıldın. Ne ki yılmadın. Ne yaptıysan da bu gerçeğin farkında olarak yaptın. Senin dünyaya geliş nedenin kayayı zirveye taşımaktı; yaşamının anlamlı buydu ve sen bunu biliyordun. Bu yüzden başına gelenlere aldırmadan elinden gelenin fazlasını yaptın. Her defasında sırtındaki yükü zirveye taşımayı başardın ve her defasında oradan aşağı yuvarlandın. Bazıları buna bir anlam veremese de, sen anlıyor, anlam veriyor ve direniyordun. Direnirken de yüce ruhun ve ince kalbin sayesinde yakınmıyor, buna tevessül ve tenezzül etmiyordun…

Eski Mısır’da Leyla,  ölülerin sınavdan geçtiği ‘hakikat salonu’nda insanların kalbini tartıyorlarmış. Terazinin bir kefesine hakikatin sembolü olan bir devekuşu tüyü, diğer kefesine de insanın kalbini koyarlarmış. Tüy ve kalp aynı dengede; eşit ağırlıkta ise insan sınavı geçiyor, aklanıyor ve böylece sonsuz yaşamın sahibi oluyormuş…

Sen tüy kadar hafif kalbinle buradaki hakikat sınavlarından alnının akıyla geçip gittin ve eminim oradaki sınavı da başarıyla verdin. Fakat geride kalan bizler için bu hiç de kolay olmayacak. Olmayacağı için de bundan böyle zamanın gözleri hep açık, sesi hep düşük kalacak. Günler haftalara, haftalar aylara, aylar yıllara hep sessizlik ve hayal kırıklığı içinde akacak… 

Bilge, ‘’‘beni korkutan tek şey çektiklerime değmeyecek olmasıdır.’’ (3) demişti. Çektiklerimize değdi mi, bilemiyorum ama bu saatten sonra buna verilecek bir cevabın benim için bir anlamının ve bir öneminin olmadığını bilmeni istiyorum…

Leyla can;

Sen fırtınalı bir denizde, ölüme yelken açan bir gemide alev almış bir kuş gibi çırpına çırpına, çığlık çığlığa dirençli ve kederli bir ömür geçirdin. Yangınlar içinde özgürlük halayları çektin; kendinden başka herkese şifa verdin. Ve yaşadıklarından ötürü ilenmedin, şikayet etmedin çünkü, sadece var olmak senin için yeterli ve geçerli değildi. Hayat senin için var olmanın ötesiydi. Hayatta olmak senin için var olmaktan fazlasıydı. Bu aynı zamanda senin için bir meydan okumaydı. Ruhunun sınırlarını bunun için zorladın. Acın yüreğimizi delse de sonunda sen kazandın. Ayrıca birçok açıdan kıskanılacak kadar güzel bir hayat yaşadın.

Aşk olsun sana güzel kardeşim; sonsuz selam, sevgi, özlem ve saygı senin olsun. Belki bir gün bir yerde; senin hayat veren bir gülüşünde yeniden karşılaşırız. Şimdilik huzurla uyu, güzel uyu, senin isyanla, vefayla, fedakarlıkla, yaratıcılıkla ve şifayla yaratılmış o yüce ruhundan öpüyorum…

 

***

1- M.Demirel

2-Dostoyevski

3-Dostoyevski