Nagihan Akarsel’in yazısı: Empati ile yola çıkmak

Jineoloji Araştırma Merkezi üyesi Nagihan Akarsel, “Empati ile Yola Çıkmak” yazısında erkeğe erkeklik kodlarını bir kez daha sorgulatırken, erkek egemen sistem tarafından kutuplaştırılan kadın ve erkek kimliklerinin birbirini tamamlamasının mümkün olup olmayacağı sorusuna da yanıt veriyor. 

 

Federe Kürdistan Bölgesi’nin Süleymaniye kentinde 4 Ekim’de uğradığı silahlı saldırıda katledilen Jineoloji Araştırma Merkezi üyesi ve Jineoloji Dergisi editörü akademisyen-gazeteci Nagihan Akarsel, Kürt kadın özgürlük mücadelesinde verdiği emeklerin yanı sıra erkeği değiştirip dönüştürmekte de oldukça ısrarcıydı. 

 

Akarsel’in Jineoloji Dergisi’nin “Erkek doğasına bakış ve Erkeklik” başlığıyla çıkan 7’nci sayısında “Empati ile Yola Çıkmak” yazısında kadınların doğayla, yaşamla, toplumla kurduğu ya da kuracağı bağın erkek için de gerekli bir çıkış olduğunu vurgulayarak, kadın ile “doğru” bir arkadaşlığın kodlarını arayan erkeğin bu arayışının egemen kültürü değiştirmeye yetmeyeceğini belirtiyor. “Oysaki aşkla, tutkuyla doğaya, özgürlüğe, hayata bağlı olanlar için anlamak hayatın olağan akışıdır” diyerek iki cins arasındaki empatinin önemine vurgu yapan Akarsel, erkeğe erkeklik kodlarını bir kez daha sorguluyor. Yazıda erkek egemen sistem tarafından kutuplaştırılan kadın ve erkek kimliklerinin birbirini tamamlamasının mümkün olup olmayacağı sorusuna da yanıt veriliyor. 

 

Akarsel’in “Empati ile Yola Çıkmak” yazısı şu şekilde: 

 

Eşik bir başlangıcı ifade eder. Eşiği geçtiğin an yeniye doğru yol aldığın andır. Empati de anlamak için bir eşiktir. Bir anlama yöntemidir. Bütün kaygılardan, korkulardan azade olmayı gerektirir.  Bir başkasının yüreği ile köprü kurmaktır nihayetinde… O yüreğe uzanmak, o yüreğin beyni ile iletişim kurmasını sağlamak ve ulaştığın anlamı söz ile anlaşılır kılmaktır. An’da gerçekleşen bu anlamı anlamak bir arayış işidir. Empati anlamak, anladığını anlatabilmektir. Empati kurduğun kişi de dahil olmak üzere herkese… Bir Kızılderili söylemi olan “Beni yargılamadan önce, benim makosenlerimle dolaşmalısın!” özdeyişi de empati ile ilgili dile gelen bilgece bir söylemdir esasında. 

 

Duygusal ve sosyal zekanın en önemli bileşenlerinden biri olan empatinin sözlük anlamına baktığımızda; kendimizi bir diğer kişinin yerine koyup, onun gibi hissedebilmek ve düşünebilmek olduğunu görürüz.  Latincedeki “iç, içine, içinde” anlamına gelen “em” ön eki ile Grekçedeki “duygu, acı, ıstırap, algılama” anlamına gelen “patheia” sözcüğünden türetilmiştir. Kendini ‘o’nun yerine koymak, ‘o’nun gibi bakabilmek, ‘o’nun gibi hissetmek ve düşünebilmek ve son olarak da ‘o’na bunu ifade edebilmek olarak da formüle edebiliriz. 

 

KADIN VE ERKEĞİN YARALI VE YARIM KİMLİKLERİ 

 

Bu sayısını  “Erkek doğasına bakış ve Erkeklik” dosya konusuna ayıran Jineolojî Dergisi’nde kadınlar olarak erkekler hakkında yazarken ilk aklıma gelen sorulardan biri erkek ile ne kadar empati kurduğumuz oldu. “Varlık ikilemlidir. Bir yanı kadın bir yanı erkektir” ise bizler diğer yarımızı anlamak için ne yapıyorduk? Varlığımızın diğer yarısı ile iletişimimiz neydi? Ya da gerçekten biz erkeği ya da erkek kadını varlığının diğer yarısı olarak görüyor muydu? Kadın ve erkeğin yaralı ve yarım kimliklerinin ardında varlığımızı doğru anlamlandıramamanın etkisi olabilir miydi? Her iki varlığın kendi doğalarından uzaklaşmaları birbirlerinden de uzaklaşmalarının nedeni olabilir miydi? Kadının da erkeğin de kendi doğasını tanımlaması her iki cinsin birbirinin tamamlaması için bir adım olabilir miydi? Varlığımızın bir parçası değil diğer yarısı olarak erkek ya da kadının birbiriyle empati arayışı var mıydı? Kadın için acı, erkek için güç ile ifade edilen kombinasyonu bozmamız gerektiğinin farkında mıydık? Cinsler arasında neredeyse sona eren bağı bilgece yeniden kurmaya ve kadın ile erkek doğasını sahici bir şekilde tanımlamaya hazır mıydık? Bu bağı oluşturdukça özgürlüğe ve hakiki aşklara ulaşabileceğimizi biliyor muyduk? Jineolojînin böylesi bir misyonunun olduğunun bilincinde miydik? Yani erkekleri yargılamadan önce Kızılderili söyleminde dediği gibi onların ayakkabıları ile dolaşmayı deneyeceğiz. Keza yaşamının büyük kısmını erkeği anlamak ve değiştirmek dönüştürmek üzerine değil inşa edilen erkek kimliğine kendini kabul ettirmek yada o kimliğe tepki duymak ile geçiren kadın kimliğini çözümlemek açısından da bu gerekli. 

 

Zira doğru sosyalleşmenin anahtarı olan empati ile anlamak ve algılamak pozitif bir enerji oluşturur. Bu enerji ile ilişkileri dengelemek ve yaratıcı kılmak mümkündür. Bu denge kadın ile erkek doğasının birbirini tamamlayan enerjilerini de tarif eder. Erkek egemen sistem tarafından kutuplaştırılan kadın ve erkek kimliklerinin birbirini tamamlaması mümkün müdür peki? Nitekim cinsel kimliklere çizdiğimiz sınırlar doğamızda var olan enerjinin karakterini belirlemede de engel oluşturmaktadır. Bir erkeğe ‘senin içinde feminen enerji var’ dediğimizde bunu büyük bir hakaret olarak sayması içten bile değildir. Yine kadına ‘içindeki maskulen enerjiyi tanıyor musun’ diye sormaya kolay kolay cesaret etmeyiz. Çünkü verili tanımlara göre her birisi birbirinden çok farklı… Biri duygusallığı ve yumuşaklığı diğeri aklı ve kabalığı tarif eden enerjilerdir. Enerjinin cinsel kimliğe dönüştüğü form katıdır. Kimliği güç, iktidar yine en amiyane deyimle kabalık üzerine şekillenmiş olan erkeğin duygusal olduğunu kabul etmesi ya da duygularını belli etmesi çok zor gerçekleşmektedir. Aslında insanın içinde her iki cinse ait enerjileri taşıdığı bilgisini en iyi yin (dişil) ve yang (eril) bize anlatır. Yin ve yang özelliklerinin insanda ve evrende olduğu yüzyıllardır söylenmesine ve doğu felsefesi başta olmak üzere bir çok felsefede bu esas alınmasına rağmen mekanik paradigmanın babalığını yapan Batı felsefesinde bunun kabul edilmesi 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Toplumsal rolleri ile bağlantılı cinslerin bu yönlerini baskılaması da birçok sorunun kaynağı durumundadır. 

 

Kişinin sezgisel, öngörülü yönünü ifade eden duygusal zekanın gelişkinliği ile de bağlantılı olan feminen enerji insanın doğayla, evrenle, yaşamla bağının kaynağını teşkil eder. Hareket ve eylemi ifade eden ve analitik zekanın gelişkin olmasıyla bağlantılı olan maskulen enerji ya da yang ise bu bağın yaşam bulmasını ifade eder. Bu kadar parçalanmış, yabancılaşmış ve acımasızlaşmış insan gerçeğinde empati kurmak haliyle zordur. Nihayetinde fikir-zikir-eylem bütünlüğünden neden uzak olduğumuzun bir cevabını da böyle vermek mümkündür. Yada düşündüğünü hissetmeyen, hissettiğini anlamlandıramayan ve eyleme dönüştüremeyen parçalı insan gerçeğimizde buna örnek verilebilir. 

 

Empatiyi kullanamayan ya da az kullanan insanlarda egoizm, iletişim sorunları, duyumsamazlık gibi özellikler baş gösterirken çok fazla kullanan insanlarda ise beklentilerinin karşılığını alamadığı için yalnızlık, mutsuzluk gibi duygular  yaşanır. Empatiyi doğru kullanamamak insanların birbirine yüreğini kapatması başta olmak üzere bencil veya sürü psikolojisinin tekdüze boyun eğmişliğinde kaybolma gibi özelliklere neden olabilmektedir. Ne tahakküm yaratan ne de kırılgan bireyler oluşturan bir ilişkilenme tarzından ziyade dengeli bir ilişkinin sağlanması empatinin doğru işletilmesiyle orantılıdır. Empatinin dengeli işletilmesi ise bireyin güçlü bir karakterinin ve özsavunma mekanizmasının olması ile bağlantılıdır. 

 

ERKEK KADIN BİLGELİĞİNİ ÖĞRENMEK İSTİYOR MU? 

 

Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında Clarissa P. Estes, “Eğer kadınlar, erkeklerin kendilerini tanımalarını, ama gerçekten tanımalarını istiyorlarsa, onlara derin bilgeliklerinin bir bölümünü öğretmeleri gerekir. Bazı kadınlar yorulduklarını, bu konuda zaten çok fazla şey yaptıklarını söylerler. Naçizane fikrim şudur: demek ki öğrenmeye aldırmayan bir erkeğe ders vermeye çabalıyorlar. Çoğu erkek bilmek ister, öğrenmek ister. Erkekler bu istekliği gösterdiklerinde bir şeyleri ortaya dökme zamanı gelmiştir.”  demektedir.  Erkeklerin kadınları tanıması ne anlama gelir? Kadınlar neden erkeklerin kendini tanımasını ister? Kadınların derin bilgeliği derken neyi kastediyor? Erkek bu bilgeliği gerçekten öğrenmek istiyor mu? Bunu öğrenmek isteyen erkeği tanımanın ölçüsü nedir? Bu sorular daha da çoğaltılabilir. Esasta bu belirlemede katıldığımız nokta kadının kendini tanıması ile ulaşacağı derin bilgeliğin erkeğin kendine yol alması için gerekli olduğudur. 

 

Kadınların doğayla, yaşamla, toplumla kurduğu ya da kuracağı bağ erkek için de gerekli bir çıkış olmaktadır. Bu noktada kadınların erkek egemen sistemi yargılamak, ona karşı mücadele etmek kadar bu sistemi ve erkeği değiştirip dönüştürme gücünü göstermesi ve erkeği anlamak için yöntemler geliştirmesi önemlidir. Zira iktidar ve güç tanımlarının ötesinde erkeği tanımaya ve erkeğin doğasını anlamaya çalışan erkekler de var. Kadın ile doğru bir arkadaşlığın kodlarını arayan ve ‘nasıl yaşamalı’ sorusunun cevabını arayan erkekler ile Estes’in dediği gibi kadın bilgeliğinin paylaşılması önemlidir. Ancak bu erkeklerin arayışı var olan egemen kültürü değiştirmek için yeterli değildir. Bu arayışın özgürlüğe akması, bir zihniyete ve örgütlü sisteme kavuşması gerekmektedir. Bunun için erkeğin kadının misyonunu kabul etmesi olmazsa olmazdır. Çünkü kadının rolü belirleyicidir. Kadın da egemen kültüre karşı yeniyi kendi örgütlü gücüyle yaratma sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Bunu kabul eden erkeğin bu gerçeği erkeğe anlatması, onu ikna etmesi, bu konuda erkek egemen kodlarıyla bağlantılı gelecek bütün “serjinik”?, kılıbık, “kadın yandaşı”, “zayıf erkek” gibi suçlamalara karşı donanımlı olması gerekir. Çünkü güç ile kendini tanımlayan, kadını zayıf cins olarak bilen bir hafızanın ürünü olan erkeğin, kadının misyonunu tanıması erkek ortamlarından dışlanmasına, alay konusu olmasına, dedikodu malzemesi yapılmasına kadar varmaktadır. 

 

ERKEK EGEMEN KÜLTÜRÜN DEĞİŞİMİNİN TEMEL MOMENTİ 

 

Kendini tanıyan, anlamlı bir yaşam arayışı olan bir erkek yerine ya imgeleştiren, ya fazla muhatap olmamaya çalışan ya da bastıran erkek yaklaşımları sıkça çıkmaktadır. “Kadın devriminin erkeği özgürleştirme ile bağlantılı olduğunu” , erkeğin değişiminin bu devrime hizmet edeceğini ve yeni bir kültür yaratacağının farkında olmayan yaklaşımlar ise geriye düşmenin temel nedenlerinden biri olmaktadır. Pozitivist zihniyet yapılanmasının,  “ya hep ya hiç”, “ak ya da kara” mantığının bir sonucu olan bu yaklaşıma karşı jineolojî ile bütünlüklü, birbiriyle bağlantılı ve gerçeklere göre bir yaklaşım sergilemek önemlidir. Tıpkı Alevilerde olduğu gibi her eyleminden sonra kadının da erkeğin de “Gerçeğin demine hû…”  diyerek hakikate ulaşmayı amaç edinmesi hayatidir. 

 

Örgütlü kadın, erkek egemen kültürün değişmesinin temel momentidir. Hem kadın hem erkek açısından bunun farkındalığı özgür yaşamın neden kadın eksenli bir yaşam ile özdeş olduğunu anlamak için gereklidir. Tek tek kadınlar ya da tek tek erkeklerden bahsetmiyoruz. Örgütlü kadın erkeğin değişim ve dönüşümünden sorumludur. Erkek de böylesi bir kadın gücünün öncülüğünde kendi doğası ve özgürlük ile buluşacaktır.  Bunun kabulü dahi yıllara varan bir emeğe kayıtlıdır. Örneğin, Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi içinde cins bilinci, cins sevgisi, cins mücadelesi kavramları etrafında yıllara varan bir mücadele yürütülmüştür. Kadının hemcinsi ile buluşması, tüm ataerkil önyargılardan kendini sıyırarak hemcinsini sevmesi ve onunla özgür bir yaşamın kurulabileceğine inanması temel ilkelerden biridir. Erkek egemen kültürde her kadını kendisi için rakip gören, sevmeyen, çekiştiren, didiştiren kadının hemcinsi ile buluşması kadın özgürlüğünün olmazsa olmaz adımlarındandır. İki kadını bir arada gördüğü an onu fesatlıkla, dedikodu ile suçlayan ve teşhir eden ya da cezalandıran egemen kodlara karşı kadının birlikte iradeleşmesi öyle kolay olmamıştır, olmamaktadır. Kadının fiziksel, ruhsal ve düşünsel kopuşu anlamlandırması ve kabullenmesi de zor olmuştur. Bir kadının, “Hemcinsim ile güçleneceğime yıllarca ikna olmadım. Erkeklerin övgüleri benim varlık gerekçemdi. Varlığım elimden alınmıştı sanki. Hemcinsimden kaçıyor hep erkek arkadaşların yanında olmak istiyordum. Ben kadını sevmediğim için onların da beni sevmediğini düşünüyordum. Sonra emek verdikçe bunun değişebileceğini gördüm” deyişi çarpıcı bir örnektir. 

 

Her kadın ortamı aynı zamanda birbirini sevme, sayma ve emek verme ile bu ilk adımın atıldığı mekanlar olmaktadır. Çünkü kadının kadınla birlikte yaşaması tamamen cins bilinci ve emeği ile bağlantılıdır. “İşte bir kere bu mücadele verildi artık bunun ilkeleri oluştu. Her yerde aynı şekilde uygularım” şeklinde şablonvari ele alacağımız bir durum değildir. Hangi ortamda hangi bileşen olursa olsun kadınların birlikte birbirine emek vererek yaşamı oluşturması kadın özgürlüğü mücadelesinin canlılığının bir ifadesidir. Bir araya gelmenin ve birlikte yaşamanın ölçüsü cins sevgisi, cins bilinci ve cins mücadelesi olmaktadır. Böylesi bir bilinç ile bir araya gelen ve örgütlü iradelerini oluşturan kadınlar cins mücadelesi ile de hem geri kadın özellikleriyle hem de geri erkek özellikleriyle mücadele etmişlerdir, etmektedirler. İrade olmanın örgütlü olmak anlamına büründüğü bu mücadelede kadınlar özgürlüğün yolunun birlikte olmaktan geçtiğinin farkına varmışlardır.

 

KOPUŞ TEORİSİ 

 

Erkekler içinde cins bilinci ve sevgisinin gelişmesi elzemdir. Bir araya gelen erkeklerin yada erkeğin örgütlü iradesinin tahakküm ürettiği genel kabulünü tersyüz etmek erkeğin pragmatist yaklaşımlardan kendini sıyırıp cins sevgisini oluşturması ile bağlantılıdır. Bu konuda çarpıcı bir örnek sıkça anlatılır. Kadın ve erkek mekanlarının ayrıştırıldığı, kopuş teorisinin fiziksel anlamda yürütülmeye başlandığı dönemlerde kadın ve erkek gücünü ziyarete giden bir arkadaş karşılaştığı manzarayı şöyle anlatmaktadır. “Hele bir bakalım, tarihi bir adım daha atıldı. Bunun sonuçları, yansımaları nedir diye arkadaşları ziyaret ettim. Kadınlar kendi mekanlarında son derece kolektif, estetik, moral ile yüklü, kahkahalar ile şenlenmiş bir ortam yaratırken erkeklerin her biri bir ağacın kovuğunda yalnız ve mutsuz bir şekilde oturuyordu” diyerek durumun fotoğrafını sunmaktadır. Erkeğin kendisi için bu adımı bir şansa dönüştürüp hemcinsi şahsında kendini tanımaya ve değiştirmeye yol alması gerekirken tam tersi olmuştur. Erkekler yıllarca bunu kabul etmemiş –ki bu hala anlayış boyutuyla çeşitli şekillerde devam etmektedir- tepkilenmiş, değişim dönüşüme ve kadının örgütlü iradesiyle oluşan değerleri kabullenmeye ve sahiplenmeye karşı direnmiştir. Bu direniş dünyayı sarsan en büyük adımların daha geç atılmasına neden olmuştur, olmaktadır. 

 

Zira kadınların yaşamlarından çıkması ile hemcinsiyle baş başa kalan erkeklerin birbiriyle paylaşacak bir şey bulamamaları, yaşadıkları derin yalnızlık ve mutsuzluk hala analiz edilmeyi beklemektedir. Bu analiz kadınlar tarafından ne kadar yapılsa da erkekler tarafından samimi itiraflar olmadığı müddetçe karşılığını bulması zordur. Cinslerin kendine ve sonra birbirlerine yabancılaşmasının kaynağını çözümlemek bu sorunun doğru yanıtını verecektir. Bir erkek arkadaş, “Ben bir erkek arkadaşa baktığımda derin bir boşluğa bakıyormuşum gibi hissediyorum.” derken bu gerçeği ifşa etmektedir. Yine “Nasılsın?” sorularının havada kaldığını, selamsız, sabahsız saatlerce yan yana durduklarını, yaptıkları işler hakkında konuştukları halde kendilerinden hiçbir şekilde bahsetmediklerini belirtmiştir. “Yıllarca aynı çatı altında yaşadıkları halde birbirlerine sevdiklerinin ismini söylemeyen erkekler tanırım mesela.” diyerek durumun vahametini belirtmiştir… Bir duygu ortaklığı, duygu paylaşımı olarak da tanımlayabileceğimiz empatiyi bilmeyen erkeğin hem erkek ile hem kadın ile kuracağı ilişkinin sağlıklı olacağını belirtmek hayalcilik olur. Bu ilişkide en ufak bir sitem dahi kırılmaya neden olur. Bu anlamda erkeğin değişim dönüşümünde kadının belirleyici bir rolü olmakla beraber bu karşılıklı bir emek ile ancak sonuç alabilir. 

 

ACI VE GÜÇ KOMBİNASYONUNU DEĞİŞTİRMEK İÇİN EMPATİ 

 

Erkek doğasını anlama arayışına girdiğimizde karşımıza çıkan yalnızlaşma, yabancılaşma ve acının hem kadın hem de erkeğin doğasını ne kadar yaraladığını görebiliyoruz. Erkeğin kurduğu güç dünyasının kadına ve erkeğe acı ve yabancılaşma olarak geri döndüğünü, kadın zulmüne neden olduğunu derinden hissedebiliyoruz. Bu güç ve acı kombinasyonu erkek yaşamının çelişkilerini ve de saklı hikayesini anlatıyor adeta. 

 

Vicdanın yerini görevin, kimliğin yerini de iktidarla özdeşleşmenin aldığı “bürokratik” kişiliğin tehlike oluşturduğunu belirten Arno Gruen, “…çünkü bu noktada şiddet ve cinayet üst düzeyde organize gerçekleşir ve sadece teknolojik olarak uygulanabilirliğe dayandırılır. Aslında bu tür davranış biçimleri sadece merhametten kopuşu maskelerler. Empati, içimizdeki insaniyetsizlikle aramıza duvar ören bir engeldir. Uygarlığımızın tarihi, acıma duygusunun bastırılması ve parçalanmasıyla sadece iç içe geçmekle kalmaz, aynı zamanda bunun temelini de oluşturur. Uygarlığın tarihi aynı zamanda, empatinin; empatinin gelişiminin ve kaderinin de tarihidir”  diye tanımlar. 

 

Bu eksende kötülük ile aramıza duvar ören empatiyi hayatımızda ne kadar uyguluyoruz? Empatiyi hayatımızdan çıkardığımız anda kötülüğe karşı savunmasız mı kalıyoruz? Kadınlar olarak hem birbirimizi hem de karşı cinsimizi anlamak için bu yöntemi ne kadar işletiyoruz? Sosyal gücün ve birçok ayrıcalığın tadını çıkaran erkeklere dışarıdan baktığımızda hiçbir sorunlarının olmadığını düşünürüz. Erkeğin her zaman güçlü, dayanaklı, eğilmez-bükülmez olduğunu koşullayan verili kültür bunun nedeni olabilir mi? Böylesi bir kültür erkeğin kendi gerçeğini sürekli ötelemesine neden olmaz mı? Ya da bunun açığa çıkmasından korkan bir erkek karşımıza çıkmaz mı? Böylesi bir erkeği empatinin gücüne nasıl inandırabiliriz?

 

Zira erkek olmanın ne anlama geldiği mesajları çok küçük yaşlarda başlar. Gerçek erkeklerin güçlü, bağımsız, bedensel, korkutucu, kuvvetli, kontrollü, dayanıklı olduğu ve insanları ürküttüğü anlatılır. Yine saygın, katı, atletik, kaslı ve sert olmak erkeğin özellikleri arasında sıralanır. Kriterlere uymayan erkek çocukları ya ‘‘kız’’  ya da ‘‘güçsüz bireyler’’ denilerek dışlanır. Erkek bir kapalı kutu olarak tanımlanır. “Gizemlidir keşfedilmesi gerekir” vs denilir. Yine erkeklerin duygularından bahsetmemesi sert olmanın en temel ölçülerinden biri olarak ele alınır. Duygusunu belli eden erkek –ki bu ağlamak, aşk, hüzün, sevinç vb olabilir- zayıf erkek olarak tanımlanır. Duygularını aşırı derecede kontrol eden erkek için bu bir başarı sayılır. Erkek olmanın ölçüsü duygusunu belli etmemek, her zaman güçlü durmak olur.  Bu nedenle erkekler genel olarak sessizdirler ve arkadaşlıklarında ne düşündüklerini yada hissettiklerini konuşmazlar. 

 

Erkeğin duygusal gelişimini zayıflık olarak nitelendiren sistemin bu kodlarını değiştirmek de ortak bir mücadele ile mümkündür. Zira erkek özgürlüğe attığı her adımda erkeklik kültürünün kodları ile karşılaşır. Ve bunlar bir engel yaratır. Ne kadar gelişkin olduğunu iddia ederse etsin erkek olma durumunun herhangi bir yönüyle tartışılabileceği kaygısı bile erkeği özgürlük yolunda atacağı adımlardan alıkoyabilir. Kadın haklarını savunmaktan dahi kendini imtina eder. Kadını savunan bir erkeğin zayıf olduğuna koşullanmıştır çünkü. Dış baskı ile böylesi bir erkeği frenlemek de en makbule geçer anlayış olarak kabul edilir. Elbette bu baskı, en kaba deyimle cinsin kendi türünün içinden dışlanması baskısı şeklinde vuku bulur. Ve insanın psikolojisi ve yaşamı üzerinde çok büyük bir etki yaratır. 

 

Cinsiyet özgürlüğü mücadelesinde erkeklik kimliğini sorunsallaştırıp aşmaya çalışan erkek de ‘darı’ olmadığını bilir ama iki yönlü bir kaygı taşımaya potansiyel olarak müsaittir. Birincisi acaba diğer erkekler de onun ‘darı’ olmadığını biliyorlar mı?! Ve acaba kadınlar onun erkekliği sorunsallaştırmasını nasıl görüyor?! Her iki sorunun gerisinde de erkeğin kendi cinsel kimliğinin ‘dışarıdan’ nasıl algılandığı kaygısı var” demektedir.

 

Cins kimliği üzerinde hasar yaratan bu erkeklik kültürünün farkında olmak çok önemlidir. Erkeğin doğası gibi gösterilen olumsuz özelliklerin deşifre edilmesi ve bunların kader olmadığının kabul edilmesi bir diğer adımdır. Bu özelliklerin farkında olan, bu konuda kendini ikna eden ve bununla yüzleşen erkek hemcinsiyle ve kadınla daha fazla empati kurabilir. Bu onun kolektifleşmesini olumlu yönden etkiler. Böylesi bir erkek ‘kendi’yle buluşmada daha çabuk yol alır. Doğayla bir bağ kurar. Mutlu olur. Yaşamı anlamlı bulur. Belki şiddetin ve sömürünün önüne geçemez ama ondan kendini korur. Vicdanlı olur. Korkularını bir tarafa bırakır. Paylaşıma açık hale gelir. Tüm bunlar erkeğin kapalı bir kutu olma özelliğinden kurtulması anlamına gelir. Böylesi bir erkek karşıdakinde itaat değil saygı yaratır. Mihenk noktasının bu olduğunu düşünüyorum. Erkekler karşıdaki bireyde saygı mı yoksa bağımlılık mı veyahut itaat duygusu mu yaratmak istiyor? Bunu samimi yanıtlayan bir erkeğin kendisini daha rahat tanıyacağı ve tanımlayacağı bir gerçektir. Böylesi bir erkek hem kendisiyle hem hemcinsiyle hem de doğayla ve kadınla daha rahat ilişkilenir. Bu özellik erkeği özgürlüğe daha çok yakınlaştırır. 

 

ANLATABİLMEK, YAŞAMAKTIR 

 

Bu temelde empati yöntemini yaşamında doğal bir ilke olarak ele alan ve insanın kendine, doğaya, topluma, geçmişine yabancılaşmasının erkeğin doğası olmadığını anlatan örnekler de var… Bayramda geçmişine bir saygı duruşunda bulunmak için yanımıza gelen yaşlı amca mesela… Elinden tutan torunu ile zorlu patikaları, coşkun suları, tepesinde tüm yakıcılığıyla parlayan güneşi aşan amca bu konuda çarpıcı bir örnek sunuyor. Gözleri çok az gören, kulakları duymayan tahminen yaşı yüzün üzerinde olan amcanın ismini öğrenemedik. Bütün varlığıyla ceviz ağacına odaklanmıştı. Çocukluğunu bu ağacın dibinde geçirdiği, dallarından ceviz topladığı, buz gibi suyundan doyasıya içmiş olduğu belliydi. Derin bir sessizliğin ve ışığı az kalmış gözlerinin ışıltısında kah gözleri yaşararak kah gülümseyerek ağaca odaklanmıştı amca.

 

Bayram şekeri ikram ettiğimizde almadı. Çay getirdiğimizde içmedi. Hemen bahçemizin köşesinde olan erik ağacından erikleri toplayıp getirdiğimizde gözleri parlayarak ve gözünden bir yaşın düşmesine engel olmayarak aldı. Erikleri bir elinden diğerine, etli olup olmadıklarını anlamak istercesine bıraktı. Sonra bir poşet istedi. Erikleri onların içine koydu. Henüz olmamış cevizlerden birkaç tane almasını istedik. Elini kaldırdı, “Hayır” dedi. “Henüz olgunlaşmamış meyveyi dalından koparmak ona saygısızlıktır” dedi. Şaşırarak baktık amcaya. Derin bilgeliğini doğaya aşkla olan bağlılığından aldığı belliydi. Öyle iki saatten fazla ceviz ağacının dibinde oturdu, ona baktı, dokundu, suyundan içti, dalından düşen cevizlerin çürüdüğüne içerlendi. Bir çok duyguyu bir arada yaşadı amca. Veda eder gibiydi. Çocukluğunu geçirdiği ceviz ağacı ile vedalaşıyordu. Gençliğinin sırlarını paylaştığı, ilk dokunuşlarına tanıklık eden bir ağaçtı belki de. Amcanın mutluluğu, hüznü, özlemi, hayat ile olan bağı her şey ama her şey çok anlamlıydı. 

 

Ağaçla empati kuran adeta sessiz bir dil ile ağaçla konuşan amcayı anlamak istedim. Yanı başında oturdum. Onun yerine kendimi koydum. Empati kurmak, onun hislerini yaşamak istedim. Baktığı yerlere baktım. Dokunduğu dallara dokundum. Oradan daldan dala konan sincaba bakarken ki hınzır bakışına takıldım. Hüzün ile sarmalanmış gülüşüne sürdüm gülüşümü. O anda dünyanın en mutlu insanlarından biri oluverdim sanki. Doğanın dilinden anlayan amca bana dünyanın en güzel hediyesini vermişti bu bayramda. Umut… Doğal erkeğin de mümkün olduğunun umudu. Doğayla son sözleşmesini yapıyordu amca. Ve belki de, “Bir kuş, bir ağaç, bir su olarak geri dönerim.” diyerek bunu yapıyordu. Kim bilir…

 

Büyüleyici bir gerçekti ifşa olan… Doğayla birlik olan insanın, doğayla sözleşmesine tanık olan… Ağacın, suyun, cevizin, börtü böceğin, sincabın yerine kendini koyarak onu anlamaya çalışan adeta onunla konuşan amca derin bir bilgeliğin ipuçlarını veriyordu. En sevdiklerimizden dahi esirgediğimiz sözcüklerin nasıl anlam bulduğuna tanık oluyorduk. O sözcüklerin doğaya ait olduğuna ikna oluyorduk. Bu sözcükleri birbirinden esirgeyen insanların artık bırakın doğayla kendileriyle bile bağlarının kalmadığına hayıflanıyorduk. 

 

Doğadan bu kadar uzaklaşan insanlığa bu amcanın duygularını ne kadar anlatabiliriz? Amcanın ağaç ile kurduğu empati, bizim amca ile kurduğumuz empatinin anlamı neydi? Doğayı, kendimizi, sevdiklerimizi, hemcinsimizi, erkeği anlamak için ne yapıyorduk? Sevmek bir bakıma anlamak değil mi? O zaman biz anlamak için en çok hangi yöntemleri kullanıyoruz? Ya da anlamak için bir çabamız var mı? Ne anlatabiliyoruz, ne anlaşılabiliyoruz ne de anlıyoruz… Bir kördüğüme dönüşen bu gerçeğin nedenlerini analiz etmek ise başlı başına bir eylem oluyor. Oysaki aşkla, tutkuyla doğaya, özgürlüğe, hayata bağlı olanlar için anlamak hayatın olağan akışıdır. Onlar için “Anlayabilmek, yaşamaktır.” 

 

Yazının tamamına Jineoloji Dergisi’nin 7’nci sayısında ulaşabilirsiniz…,

 

/MA/