Kadın çalışmaları alanındaki kapsamlı araştırmalarıyla tanınan sosyolog Pınar Selek, Fransa’da 17 yaşındaki göçmen Nahel’in polis tarafından öldürülmesinin ardından başlayan isyana dair izlenimlerini paylaştı.

SES Eşitlik ve Dayanışma Derneği kurucu başkanı Gülseren Onanç’ın sorularını yanıtlayan Selek, “devrimlerin beşiği” olarak anılan Fransa’daki faşizan ve ırkçı baskının sonuçlarına değindi. 

Selek ile yapılan söyleşinin tam metni:

Pınar Selek, uzun yıllardır sosyoloji alanında yaptığı çalışmalarla, hak temelli yaklaşımıyla ve mücadelesiyle bizlere ilham olmaya devam eden isimlerden biri. Geçtiğimiz Mart ayında, 90’lı yıllardan beri yargılandığı davasını takip ettiğimiz süreçte onunla sohbet etmiştik, bu kez onu Fransa’da yaşayan değerli bir sosyolog olarak online buluşmamızda konuk ettik ve ülkede yaşanan olayları yorumlamasını istedik.

17 yaşındaki Nahel’in polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından Fransa’nın Paris’e yakın ve göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerinde başlayan isyan, kısa sürede çığ gibi büyüdü ve komşu ülkeler de dahil olmak üzere birçok farklı şehre yayıldı. Ülkede olağanüstü hal ilan edilmesi dahi söz konusu edilirken, dünya çapında göçmenlerle ilgili yaşanan ve ülkedeki tüm vatandaşların yaşam hakkını ilgilendiren konular daha çok konuşulur, tartışılır oldu.

Fransa’da yaşayan, insan hakları ve sosyal hareketler alanında önemli akademik çalışmaları bulunan ve göçmen hakları savunuculuğu alanında da çalışan Pınar Selek, Fransa’daki ayaklanma ile ilgili konuşmak istediğimiz ilk isim oldu.

YouTube’da video olarak da yayınladığımız söyleşide Gülseren Onanç sordu, Pınar Selek yanıtladı.

Akademik, aktivist, hümanist ve feminist bakış açınla bize bu süreci daha iyi anlamamız için alan açacağını düşünüyoruz Pınar. Fransa’da yaşananlar, ayrımcılığa ve umutsuzluğa karşı verilen tepkiler mi? Olayı bu noktalara getiren çerçeve neydi?

Biz feministlerin birbirine kulak vermesi, göz çevirmesi çok güzel bir şey. Gezi hareketi zamanından bahsetmek istiyorum; 2013’lerde, Avrupa’nın her yerinde bundan bahsedildi ve herkes de yorum yapıyordu. Ama nasıl yorumlar, Türkiye baharıydı, bilmem neydi… Çok hızlı bir şekilde sosyologlar, gazeteciler, Türkiye uzmanları bu konuyu değerlendirmeye başladı. Ben de o dönem Türkiye’de sosyal hareketler üzerine tezimi bitirmiştim. Şaşkınlık da değil ya, biraz gülerek izliyordum. Şu anda da tabii bir sürü sosyolog enteresan yorumlar yapıyor ve çok fazla insan konuşuyor; bazen çok acele yapılmış yorumlar da dinliyoruz diye düşünüyorum. Genelde bizim kulak vermemiz ve üzerinde düşünmemiz gereken analizler, daha çok bu sürecin çok boyutlu ve çok farklı etkenlere bağlı olduğunu gösteren analizler.

“Fransa değişimlerin kolayca gerçekleştiği bir ülke değil”

Toplumsal süreçler karmaşık bir döngü ile iç içedir ve her bir etken, geçici de olsalar, ayrı ayrı ele alınmalı. Sömürgecilik, ırkçılık, polislik ve aralarındaki bağlantılar da bu boyutlara dahil. Altı tane ana noktaya dikkat çekmek istiyorum. İlk olarak, küresel ekonomik kriz. Neoliberalizm ile başlayan, tüm dünyayı etkileyen ve ekonomiyi yeniden şekillendiren bu kriz, politik ve sosyal yapıları da yeniden şekillendirdi. Avrupa’nın birçok ülkesi, bu süreçte yeniden yapılandı; her şey özelleşti, sosyal yardımlar ve “bırakınız yapsınlar” politikası, Ken Loach’ın “I, Daniel Blake” filminde de gösterdiği gibi, sosyal haklarla birlikte yok oldu. Belirli bir zenginliğe sahip ülkelerde bu çok da göze çarpmadı fakat Fransa’da sosyal haklar neredeyse yok oldu.

AB çıkıp Fransa’ya ültimatom verdi, “hala Stalinist dönemdesin” dedi. Yani, belki işsizlik kurumu gibi konuların devletin kontrolü altında olması gibi belirli özellikler hala Fransa’da mevcutken, diğer AB ülkelerinde – Almanya, İtalya, İngiltere ve diğerleri gibi – birçok şey özelleştirilmiş durumda. Macron, bu durumu değiştirme misyonuyla göreve geldi ve bu Stalinist yapının -ki tabii ki bu isimlendirme tamamen yanıltıcı- sosyal haklarını hızla ortadan kaldırmaya karar verdi. Ancak, Fransa diğer Avrupa ülkeleri gibi değil. Bu işler Fransa’da çok da kolay olmaz, çünkü bu ülkede tüm haklar uzun sosyal mücadeleler sonucu kazanılmıştır.

Ben demiyorum ki, İngiltere’de veya Almanya’da sosyal mücadeleler yoktu, ancak Fransa’da sosyal mücadeleler devam etti ve güçlendi; burjuva devrimini kendisi gerçekleştirdi ve devleti de kendi değiştirdi. Yani Fransız Devrimi, Fransız İhtilali’nin etkisi, Avrupa’daki diğer ülkelerdeki benzer hareketlere kıyasla çok daha fazla. Bu durum, Fransa’da Paris Komünü ve sonrasında gelişen tüm toplumsal hareketler ile güçlü bir sosyal mücadele tarihinin oluşmasına yol açtı.

“Devlet, şiddet kullanma meşruiyetinden yararlanıyor”

Mesela burada Başbakan ve Cumhurbaşkanı seçildiğinde, önce insan hakları dernekleri ile görüşmek zorunda, Fransa’da sivil örgütlerin ciddi bir meşruiyeti var. Dolayısıyla böyle bir örgütlü toplum olduğu zaman yasalar kolay değişmiyor. Yani ne kadar hükümet hızlıca yapsa da, polis şiddetini de kullansa, olmadı.

Sarı Yelekliler hareketini izlediniz ve bu hareket büyüdüğünde, yeni bir durum göz önüne çıktı: Yeni liberalizm, devletin ekonomik ve sosyal yaşamdaki rolünü küçültürken, güvenlik misyonunu artırıyor.

Dolayısıyla devlet, Weber’in de dediği gibi, “şiddet kullanması meşru olan kurum” olarak, bu meşruiyete dayanarak, şiddeti gerçekten güçlendiriyor. Özellikle Sarı Yelekliler, çok büyük şiddet gördü. Öldürülen, gözleri kör olan, sakat kalan insanlar var. Tabii bu sadece bir boyutu.

Kapitalizm “kağıtsız işçi” arıyor ve yaratıyor da…

Diğer bir boyut ise, yeni liberalizmin kurumsallaşması ile bağlantılı olarak ayrıca, dünyanın birçok yeri yoksullaştı ve göçler başladı.

Özellikle 80’lerden itibaren çok büyük göç hareketleri oldu. Göç, özellikle ekonomik göç, artık dünyada ayakta kalmanın tek yolu haline gelmiş durumda. Elbette savaşlar, siyasal istikrarsızlıklar var ancak istatistikler, göçün en yaygın nedeninin ekonomi olduğunu gösteriyor. Çünkü yerel ekonomiler tamamen yok oluyor. Dolayısıyla bugün büyük bir akış var ve bir de bu göç akışından önce Fransa’da olan; tıpkı Türklerin zamanında Almanya’ya gitmesi gibi çalışmak için, daha çok da devletin organizasyonlarıyla gelen göçmenler var. Eskiden de sömürge ülkeler, yani Cezayir, Tunus, Fas’tan göçmenler geliyordu buraya. Onlar işçi olarak çalışıyordu. Tabii Fransa bundan bir dönem biraz faydalandı ama onlar da sosyal haklardan yararlanmaya, sendikalaşmaya başladılar oturum hakkı alabildikleri sürece. Dolayısıyla kapitalist ülkeler, ABD de dahil, bu yeni krizi karşılamak için başka türlü bir işçi tipine ihtiyaç duymaya başladı.

Bu nokta çok önemli; burada eski göçmenler kaldı ama yeni gelenler, genelde “kağıt alamayan” işçiler haline geldi. Zaten büyük fabrikalar emeğin yoksul olduğu, de-lokalizasyon dedikleri, işçinin yoksul olduğu ülkelere gittiler. Fakat otelcilik, inşaat, hizmet sektörleri ortada kaldı. Şimdi yerinde de-lokalizasyon dedikleri bir şey var: Göçmenler kriminalize ediliyor, kağıtsız kalıyorlar burada ve ekonomide çok büyük bir yer alıyorlar. Hatta bu kağıtsızların, ekonomideki yeri sayesinde Avrupa ekonomisi nefes alabiliyor ve bunda kadınların çok büyük bir rolü var. Özellikle hizmet sektörü, seks turizmi vesaire… Dolayısıyla böyle bir süreçte devletin 2015’ten itibaren özellikle daha da artan, göçmenlere yönelik aşırı bir baskısı var. Sadece Fransız devleti değil tabii, bütün Avrupa için söylüyorum.

Ben İtalyan Fransız sınırına yakınım, ayda en az, 17-18 kişi ölüyor burada sınırdan geçerken, göçmenlere yönelik sürekli ve aşırı bir katliam var. Fakat onlar yine de geçiyorlar ve hemen iş buluyorlar ama kağıtsız. Her an yurtsuz. Tekrar sınır dışı ediliyor, tekrar geliyor, vesaire… Yeni bir köle sınıfı gibi bir şey oluştu.

Göçmenler, ekonomi için çok gerekli olan ama devletin sürekli kılıcını üstünde tuttuğu bir kesim. 80’lerden, 90’lardan bu yana göç oranı artmadı, sadece bu göçmenler daha çok kriminalize edildi.

“Kim bu kağıtsızlar?”

Burada çalışma hakkı (çalışma izni) diye bir şey verilmiyor zaten. Ancak ülkende bir şirket seni “bunun özel bir kalitesi var” diyerek gönderecek, öyle. Yoksa burada öyle herhangi bir şirket için insanların çalışma hakkı alması çok ama çok zor. Dolayısıyla genelde insanlar gelince oturum başvurusunda bulunmuyorlar; ya iltica başvurusunda bulunuyorlar ya da hiçbir şey yapmıyorlar. İltica başvuruları da reddediliyor, tekrar tekrar reddediliyor, sonra gelenler kaçak yaşıyorlar. Sonra bir iş buluyorlar. O şirket, ben sana üç aylık çalışma izni bulurum diyor, ama üç ay sonra yine kaybedecek. Mesele işverene bağlı. Korkunç bir süreç işliyor.

Bir sürü kadın, çalışma iznine başvurmuyor bile. Zaten bazı mafyatik organizasyonlar onları geciktiriyor ve aslında bu süreç, en çok da mafyayı güçlendiriyor, özellikle fuhuş mafyasını. Hatta bir sürü kadını evlerde çalıştırıyorlar. 5 avroya sabahtan akşama kadar evde çalışan kadınlar tanıyorum ben. Normalde burada oturumu olan başka birisi 100 avroya yapar bu işi.

İdari kırılganlık, güvencesizlik, ekonomik olarak insanları daha da pasif hale getiriyor. Hakkını alamıyor, hakkını isteyemiyor.

Oysaki mesela Türkiye’den Almanya’ya giden işçiler ya da Cezayir’den zamanında buraya gelen işçiler sendikalaşıyordu, hakkını istiyordu, emekli oluyordu. Zaten enformel sektör dedikleri sektör aşırı gelişkin. Avrupa ekonomisi, tamamen bu insanlar sayesinde nefes alıyor.

Ben yıllar önce daha Türkiye’de öğrenciyken Balibar ve Wallerstein’ın bir kitabı çıkmıştı Metis’ten, “Irk Sınıf Ulus: Belirsiz Kimlikler.” Bu kitapta çok güzel anlatılıyor, Avrupa’da ırk, ulus ve sınıflar arasındaki hiyerarşiler nasıl iç içe geçiyor? Yani artık belli işleri sadece aynı insanlar yapıyor, belli işler sınıflara göre biliniyor. Hani Hindistan’daki kast sistemi gibi diyeceğim tabii de, Balibar ve Wallerstein feminist bakış açısıyla görmediler bunu, “ırk, ulus, sınıf, cinsiyet” da denilebilirdi pekala. İşte ırkların da, ulusların da sınıfsal iş bölümünde nasıl bir rol oynadığını çok güzel anlatıyor bu kitap.

Dolayısıyla bugün yaşanan olaylar için burada birinci boyut bence bu, işin ekonomik boyutu. Birçok insanın Avrupa’da korkunç bir yoksulluk içinde ve hatta bir nevi kölelik statüsünde yaşamaları. Fransa’nın farkı, burada bu insanlar sosyal mücadeleye daha kolay girebiliyorlar. Burada sosyal hareketlere, yerel halkla birlikte göçmenler de bir şekilde dahil oluyor.

Şimdi bir bu var, bir de bununla bütünleşen, buna karışan, birlikte mayalanan başka bir şey var: Fransa’nın tıpkı diğer çok iyi bildiğimiz ülkelerde olduğu gibi, büyük kara delikleri var. Yani geçmişle hesaplaşamamak, sömürgecilik tarihiyle, şiddet tarihiyle hesaplaşamamak. Tıpkı cinsiyetçilik gibi. Yeni politikalar da zaten var olan repertuvarı güçlendiriyor ya da yeniden şekillendiriyor.

Dolayısıyla Türkiye ve Fransa’da şu anda birbiriyle bütünleşen süreçler, yeni ekonomik sömürme biçimleri, sömürgecilik tarihi, hesaplaşılamayanlar; hepsi iç içe giriyor ve mağdurlar, bütün bu repertuarları bilinç altlarında ve bilinç üstlerinde birlikte hatırlıyorlar, birlikte düşünmeye başlıyorlar. Yani pek çok memnuniyetsizlik iç içe geçiriyor burada. Bu da, işin ikinci boyutu.

“Neo-faşizm Fransa’da da çok güçleniyor”

Meselenin üçüncü boyutu, bence önemli ve bu sadece Fransa’yı ilgilendiren bir şey de değil, Avrupa’da ve dünyada yeniden güçlenen aşırı sağ. Faşizm dememek için aşırı sağ diyorum. Genelde daha kibar olsun diye aşırı sağ kullanılıyor. Ya da neo-faşizm dedikleri şey, yeniden güçlenen ırkçılık ve milliyetçilik. Yani şu anda Avrupa’da hangi ülkelerde aşırı sağın güçlendiğini saymama gerek yok, Türkiye’den de bahsetmeme gerek yok. Neo-liberalizm, neo-faşizm ve neo-muhafazakarlık ciddi olgular haline gelmeye başladı, normal kabul edilmeye başlandı. Mesela hükümet rahatça protestolara katılan gençler için aileleri suçluyor. Aileye özel bir rol veriliyor, “Aileleri yetiştirememiş” deniyor. Halbuki Fransız Cumhuriyet geleneğinde kamunun görevidir gençleri yetiştirmek. Yani kamu onlara alan açar… Şimdi tamamen ailenin üzerine yıkılıyor. Bu da yeniden yapılanmanın bir parçası. Dolayısıyla böyle bir yeni muhafazakarlık var meşrulaştırılan. Bir de bunun yanında neo-faşizm yükseliyor. Neo-faşizm İtalya’da olduğu gibi, Türkiye’de olduğu gibi, bir sürü yerde olduğu gibi Fransa’da da çok güçleniyor.

Seçim sonuçlarına bakalım. Özellikle Eric Zemmour daha çok öne çıkıyor, daha çok konuşuyor ama Le Pen de ondan çok farklı değil. Yani çok tehlikeli bir sürece giriyoruz şu anda. Medya da burada çok ciddi bir rol oynuyor, bu insanlara her dakika söz veriyor, sanki artık bir şekilde söylemleri normalleşiyor – ki Fransa’da bu çok zor. Çünkü Fransa’da faşizme karşı İkinci Dünya Savaşı döneminde ciddi bir mücadele oldu. Bizim Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı destanı gibi diyeyim, burada İkinci Dünya Savaşı’ndaki direnişin destanı, faşizme karşı mücadele destanı var. Bu da çok sorgulanacak bir şey tabii; yani o kadar da büyük direniş olmamış ama öyle bir direniş olmuş gibi bir tarih öğreniyor öğrenciler.

Kara delikler demiştim ya, geçmişle hesaplaşamamalar… Burada eskiden tabu olan şeyler, yeni faşistlerin ya da aşırı sağın söz alması, bu kadar rahat konuşması, normalleşiyor. Bir yandan da ondan daha az sağda olan partilerin, daha cumhuriyetçi noktada kalanların, buna Macron da dahil, işine geliyor bunların olması. Çünkü bütün korkutucu sözleri bunlar söylüyorlar, bu sefer kendileri iyi polis oluyor. “Bana oy vermezseniz bakın o kazanacak” gibi bir söylem yaratılıyor. Bunların varlığı bir şekilde başka siyasi güçlerin de işine geliyor.

Gezi’den de örnek vereceğim.Bu kadar barışçıl bir eylem, son iki günde birkaç grubun molotof kokteyli atmasıyla birden sanki sadece bu varmış gibi görünmeye başlıyor, tüm kameralar bunları gösteriyor. Üstelik şiddet de şiddetle karşılık verilince daha çok artıyor ve garip de bir meşrulaşma oluyor. Şiddeti eleştiremez hale geliyorsun, karmaşıklaşıyor. Şiddet öne çıkınca bu sürece herkes karışıyor. Biraz bakındım, birkaç toplantıya da katıldım, bir sürü mahallede, özellikle göçmen mahallelerinde pek çok şeriatçı dernek var. Suudi Arabistan’dan Katar’dan gelen paralarla yapılandırılan ve şeriat demeden şeriatçılık yapan dernekler var, hepsi sokaktan geliyor. Büyük bir toplumsal eylemden bahsediyoruz, asıl yürütücüleri, fikri kuranlar, bunu devam ettirmek isteyenler belirli platformlar. Bunların dışında pek çok insan katılıyor ve sonra bakıyoruz medyada kim söz alıyor diye, kime doğrultuluyor kameralar?

Polis şiddeti bugün başlamadı, çok eskiden beri vardı. Başta bahsettiğim krizin gelmesiyle iyice arttı. Sarkozy dönemi bunun mihenk taşıydı. Onun çıkardığı yasalar karakol polislerini ortadan kaldırdı, polisler tamamen asker gibi ayrı şekillendi. O dönem başlayan ırkçı örgütlenmeler, bugün biraz daha güçlü hale geldiler. Dolayısıyla böyle bir ortamda biraz sıkıntılı bir süreç bekliyor bizi. Nahel’i öldüren polisin ailesi için 1 milyon 700 bin avro kadar bir para toplandı, öldürülen Nahel için 10 ya da 15 bin toplanabildi.

Aşırı sağ şu anda tamamen birleşmiş durumda. Hükümeti de eleştiriyorlar ama öldüren polisi de kahramanlaştırıyorlar. Aşırı sağ bu kadar güçlenirken, toplumsal hareketler de inanılmaz derecede yakınlaşmaya başladı; feministler, LGBTİ+’lar, çevreciler, solcular, göçmenler… Bir haftadır devam eden Onur Yürüyüşlerinden birinde “hepimiz Nahel’iz, hepimiz Adama’yız” yazan pankartlar vardı, Adama da 2016’da katledilen Afrikalı başka bir gençti. Bu topluluklar arasında inanılmaz bir bütünleşme var.

Bu onları korkutuyor da. Foucault der ki, iktidar karşısında sürekli bir direniş olduğu için kendisine yeni mekanizmalar üretir, direniş olmasaydı, bu kadar büyük devlet şiddetine gerek kalmazdı. Bu kadar büyük devlet şiddeti varsa, demek ki devlet yönetemiyor, hegemonya kuramıyor. Fransa’da gittikçe büyüyen bir direniş olduğu için, karşı taraf da, yani hakları, eşitlikleri, özgürlükleri ortadan kaldırmak isteyenler ve bunların yanında gittikçe güçlenen neo-faşistler de, kendilerine alan buluyorlar. Bu para toplama hikayesinde de mesela, çok hızlı bir şekilde Fransa’nın en önemli isimleri de dahil, hepimiz katıldık, büyük bir kampanya başlattık, bu paraya devletin el koyması ya da sahiplerine geri göndermesi lazım dedik. Çünkü bu, teşviktir. Öldürün ki sizin aileleriniz milyoner olsun gibi bir şey demek bu. Kişiler vermemiş bu parayı, içlerinde büyük şirketler ve zenginler var, büyük paralar vermişler.

Dolayısıyla böyle bir süreç var Fransa’da, toplumsal çatışmalar, çelişkiler, sosyal hareketler, aynı zamanda faşistlerin, devletin baskısı var. Bu karmaşa içerisinde kendi diline kavuşan, kendi sözüne kavuşan, göçmen hareketiyle, buradaki feminist hareketle de buluşan, diğer toplumsal hareketleri de, göçmen hareketini de dönüştüren, artık daha çok söz alan bir yapı var. Aynı zamanda göçmen hareketinin karmaşıklığından bahsettim, göçmen hareketi bazen çok fazla devletlere bağlı gerici kurumlarda harekete geçiyor, sırf Fransa’yı zora düşürmek için.

Yeni ‘68 mi?

Şöyle bitirelim, otoriter rejimler çok seviniyorlar Fransa’da olup bitenlere. Ben buraya geldiğimde de hiçbir zaman burası demokrasinin beşiği demedim, öyle değil, ama ekonomideki yeri nedeniyle ve bazı konulardaki çelişkilerin biraz daha zayıf olması nedeniyle devlet baskısı daha azalmış durumda. En çok da toplumsal mücadeleler, toplumsal devrimler belirli dönüşümleri yaratmış. Başta da dediğim gibi, buradaki sivil toplum kuruluşları devlet tarafından ciddiye alınan kurumlar. Devlet yöneticilerinin meşrulaşması için kendi derneklerini kurmalarından bahsetmiyorum, kurumlaşmış derneklerin yıllardır mücadele eden ve aslında siyasetin içinde yer alan yapılar olmasından, sendikaların ve derneklerin siyasetin bir parçası olmasından, muhatabı olmasından bahsediyorum. Bu hala devam ediyor ve bu tabii ki Fransa’da şu anda çok ciddi bir tartışma ortamı yaratıyor. “Acaba yeni bir 1968 mi gündeme geliyor” deniyor. Üstelik 68’de farklı toplumsal hareketlerde bu kadar büyük bir yakınlaşma yoktu, birlikte yürüdüler ama daha yeni yeni hareketler çıkıyordu ortaya. İşte bütün bu olup bitenlere otoriter rejimler çok seviniyorlar, burada olanlar, devlet şiddetini meşrulaştırıyor çünkü.

Bazen Fransa kendi hesaplaşmasını yapmadan başkalarına da ders veriyor. Fransa demeyelim gerçi, Fransa’daki bazı gruplar, bazı güçler diyelim ama Fransa tek bir Fransa değil, Fransa çok büyük bir Fransa. Bu yüzden Fransa’da belirli demokratik kazanımlar var, belirli demokratik kazanımların olması başka ülkeleri rahatsız ediyor ve Fransa’daki kriz derinleştikçe, otoriterliği çok daha güçlü olan rejimler buna seviniyorlar. Türkiye’deki basının bu kadar Fransa’daki olaylardan bahsetmesi, fazla bir analiz yapmadan “Fransa yanıyor bitiyor” yorumlarını yapması, bana bunları düşündürdü. Dediğim gibi, kendilerini meşrulaştırdıklarını ve “demokrasinin beşiğinde de bunlar oluyorsa ben istediğimi yapabilirim” dediklerini söyleyebiliriz.

Yükselen sağdan söz ettin, şimdi belki Le Pen’in gelecekte seçimleri kazanması bile güçlü bir olasılık haline gelebilir. Peki sol partiler burada nerede, yani yapmaları gerekenlerin ne kadarını yapıyorlar, yapabiliyorlar mı? Fransa’nın kuruluş değerlerini, sosyal devlet ilkelerini savunacak sol sosyalist siyasi hareket nerede, neden bir umut yaratamıyor?

Buna iki tane cevap verebilirim. Biri, sol ne demek? Aslında bunların da anlamı oldukça karmaşıklaştı çünkü bir yandan da en son Avrupa Birliği’nin ültimatomundan sonra özelleştirme ve sosyal hakları kısıtlama, emeklilik yaşı gibi daha bir sürü konu ortaya çıktı. Çünkü 2. Dünya Savaşı direnişinde, buranın o büyük faşizme karşı destansı direnişinde, sendikaların büyük bir rolü oldu. Bu yüzden devlet sendikalara çok büyük bir önem vermek zorunda burada, Charles de Gaulle ve o bütün o direniş cephesi çok büyük bir anayasa hazırladılar ve o anayasa, bu direnişten çıkan bir anayasa. Şimdi bu sendikalar, hepsi kovuldu ve bunu Makron değil, Makro’nun içinden geldiği siyasi parti yaptı. Holland yaptı. Dolayısıyla Holland, Fransa’da liberalleştirme hareketinde öncü oldu. Bir de sosyalist olduğu için ona daha zor karşı çıkılıyor. Çünkü “diğeri gelirse daha mı kötü olur” gibi bir oyalama politikası da gelişti. Dolayısıyla sosyalistleri, Türkiye’nin CHP’si gibi düşünelim, çünkü oradaki sosyalist kavramıyla buradaki sosyalist kavramı aynı değil. Sosyalistler burada daha çok Cumhuriyetçi, sosyal demokrat bir yeri ifade ediyorlar. Üçe dörde bölünmüş durumdalar. Holland’ın başarısızlığından sonra tabii, bir ortaklığın gelişmesi oldukça zor.

Bu arada Fransız Komünist Partisi de Türkiye’deki komünist parti gibi değil. Burada büyük bir ağırlığı var çünkü o da Fransa’nın kuruluş sürecinde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle çok büyük rol oynamış. Hatta buradaki direnişin en büyük taşıyıcısı o parti olmuş. Dolayısıyla neredeyse cumhuriyetin kurucu unsuru sayılıyor, buradaki komünistlerle konuştuğunda buradaki azınlıkları tanımıyorlar. Dolayısıyla bu Mélenchon’ın partisinde Fransız bayrakları var, biz bunu Le Pen’e vermeyelim diye. “Beyaz sol” diye tabir edilen bir cumhuriyetçilik var, bunun sosyalisti komünisti sosyalist partiden geliyor. O da bunun eğitiminden geçmiş. Çok bölünmüş durumdalar artık. Komünist Parti yeni bir açıklama yaptı, Mélenchon ile asla an yana gelmeyeceğiz diyor. Bu olaylarda en çok onlar yer aldı, bir haftadır bütün eylemlerde kendi renkleriyle oradalardı ama bir de bunların yanında giderek büyüyen bir sol hareketten söz edebiliriz. Yeşil hareketin de içinde bulunduğu bir sürü sol hareket var, hepsi partileşmiyor, genelde toplumsal hareketler biçiminde ortaya çıkıyorlar. Havaalanına karşı, tarım ilaçlarına karşı, tarımdaki merkezileşmeye karşı hareket çok çok gelişkin. Gençlik hareketi çok çok gelişkin, LGBTİ+ ve feminist hareket de gitgide gelişiyor, yeniden doğuyor gibi neredeyse. Şimdi bunlar arasındaki bağ, bir partide kendini ifade etmiyor Aslında bu Türkiye’de de böyle ama bu ciddi bir toplumsal hareket. Sendikalar çok zayıflamıştı bundan 2-3 sene öncesine kadar, şimdi çok güçleniyorlar, özellikle Sarı Yelekliler sendikaların zayıflığına karşı çıkmıştı. “Biz bu işi yapacağız artık sendikalar beceremiyor” diyerek, biraz aşağıdan yukarı bir hareket gelişmişti ama şimdi bir toplumsal birliktelik havası var.

Özgürlükçü, eşitlikçi güçlerin ve adalet isteyen, özgürlük mücadelesi veren güçlerin çok büyük bir eylem örgütlemesi lazım şu anda. Şimdi bunu öneriyorlar. Holland döneminde Leon’dan Paris’e doğru, ırkçılığa karşı büyük bir yürüyüş olmuştu, yüz binlerce insan yürümüştü ve Cezayirliler başlatmıştı o yürüyüşü de. O zaman da bu ırkçılığa karşı müthiş bir şeydi. Sonra Başkan onları sarayında kabul etti, düzenlemeler yapıldı, müthişti.

“Daha enternasyonel şekilde bir araya gelmemiz gerek”

Şu anda yavaş yavaş şekil alıyor; bu tür bir eylemi örgütlemeyi öneren milletvekilleri var. Çünkü aksi takdirde sahne başkalarına kalıyor, 3-5 kişi olsa bile şiddet daha görünür oluyor. Politik eylemler daha öne çıkmaya ve güç kazanmaya ihtiyaç duyuyor. Bu tartışmanın bir parçasıyım ve bunu örgütleyebilirsek çok güzel olur.

Bir şey daha söyleyeceğim, davama katılanlar arasında siz de vardınız. Bugün, aynı zamanda, o davaya gelen milletvekilleri de hayallerini yitiren gençlerin yanında bulundular. Kostümleriyle birlikte gittiler. Belediye başkan yardımcıları, hepsi oradaydı. Yani, benim yanımda olanlar, aynı zamanda onların da yanında.

Tüm bu anlattıklarım, Türkiye’ye dair. Altını çizmeye gerek yok ama burada çok önemli bir nokta var. Türkiye’de direnenler ve burada direnenler arasında bazen güç farklılıkları olabiliyor, ancak giderek daha fazla bütünleşmemiz gerekiyor. Çünkü anlattığım konservatizm, liberalizm ve faşizm sadece ülkelere ait olgular değil. Globalleşen fenomenler bunlar.

Örneğin, duruşmama bu kadar çok insanın gelip tanışması onları çok mutlu etti. Bizim taraf da aynı şekilde. Daha sonra başka eylemler, başka olaylar ortaya çıktı. Uluslararası dayanışmanın giderek büyümesi gerekiyor.

Kültürel, sosyal, ekonomik, her türlü özgürlüğümüzü ve otonomimizi yaratmamız gerekiyor. Mesela kadınlar arasında bir öneri var: Kreşler kuralım. Sendikalar para versin ve kendi özel kreşlerini kursunlar. Sosyal alanlarda sadece eylem yapmak yetmiyor, aynı zamanda ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarımızı da karşılamalıyız. Bu ihtiyaçları kendi belirlediğimiz standartlara göre karşılayabiliriz, bunun için yeterli gücümüz var. Sadece eylem biçimlerimizi şekillendirmemiz ve daha uluslararası olmamız gerekiyor.