Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilmesi Neden Küresel Bir Sorundur?

Özlem Altan-Olcay ve Bertil Emrah Oder, “Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilmesi Neden Küresel Bir Sorundur?” başlıklı yazısında, aşırı sağ popülistlerin yerel gelenekleri korudukları iddiası karşısında, kadın haklarına yönelik saldırılara uluslararası bir tepki verilmesi gerektiğinin altını çiziyor.

Özlem Altan-Olcay ve Bertil Emrah Oder

20 Mart’ta T.C. Resmi Gazete, Cumhurbaşkanlığı kararıyla Avrupa Konseyi’nin kadına ve aile içi şiddeti önlemeye yönelik önemli bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı alındığını duyurdu. Karar ani olsa da, sağ popülist hükümetlerce yönetilen ülkelerde sözleşmenin kadın haklarına yönelik tepkilerin odak noktası olduğu göz önüne alındığında, hiç de sürpriz değildi.

Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi, Cezalandırılması ve Ortadan Kaldırılmasına Dair Amerikan Devletleri Sözleşmesi (Bélem do Para) ile birlikte İstanbul Sözleşmesi, özellikle toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti önlemeyi hedefleyen dünyanın önde gelen uluslararası insan hakları sözleşmeleri arasında yer alır. İki yıllık hazırlık ve müzakerelerin ardından, sözleşme 2011 yılında İstanbul’da imzaya açılmış, ilk imza Türkiye Dışişleri Bakanı tarafından atılmıştır. TBMM daha sonra sözleşmeyi oybirliğiyle onaylayarak kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için tam destek verdiğini vurgulamıştır. 8 Mart 2012 tarihinde, Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle parlamento, siyasi desteğin sembolik bir göstergesi olarak toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ilişkin 6284 sayılı Kanun’u kabul etti ve İstanbul Sözleşmesi’ni resmen onayladı.

Türkiye’nin sözleşmeye katılması, on yıllardır devlet yapılarında ve mevzuatta ilerici değişiklikleri yılmadan talep eden Türkiye’deki feminist dayanışma tarihiyle ilişkilidir. Örneğin, feminist gruplar 1985 yılında Türkiye’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni onaylaması, 1999’da ise çekincelerini kaldırması için hükümete başarılı bir şekilde baskı yapmıştır. Buna ek olarak, kadın örgütleri arasındaki ittifaklar, 2001’de evlilikte kadın ve erkeğin eşitliğini tanıyan yeni bir medeni kanunun ve 2004’te kadın cinayetlerini (veya “töre cinayeti ” olarak adlandırılan suçları), evlilikte tecavüz, cinsel taciz, çocuk istismarı ve kadınların statüsünü erkeğin aşağısında konumlandıran ve bunu sürdüren diğer cinsel suçları cezalandırmada ilerici değişikliklerin yapıldığı yeni bir ceza kanununun çıkarılmasına yardımcı oldu. Feminist savunuculuk, kadın ağları (platformlar) arasında koalisyonlar kurarak ve parlamento komiteleri ve bakanlıklar gibi kurumsal kanallar aracılığıyla devlet aktörleriyle müzakere ederek Türkiye’nin hukuk sistemini toplumsal cinsiyete duyarlı hale getirmiştir.

O zamandan beri feminist gruplar, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin korkunç boyutunu ve son yıllardaki artışını görünür kılmak için kampanyalar yürütüyor. Avrupa Konseyi’nin 2018’deki sözleşmeyle ilgili ilk Uzmanlar Grubu raporunu, yargının yasal hükümleri yerine getirmeme veya mağdurları suçlayacak şekilde yorumlama saikiyle nasıl farklı yollara başvurdukları göstermek için kullandılar. Ayrıca, polisin koruyucu önlemleri uygulamaması durumunda ortaya çıkan ikincil mağduriyetlerin yanı sıra savcılığın bilgi eksikliği ve mağdur haklarını ihlal etmesiyle ilgili endişelerini de dile getirdiler. Sözleşme nedeniyle kadına yönelik şiddetin arttığını iddia eden sağ popülistlerin aksine, kadın STK’ları sorunun uygulama eksikliğinden kaynaklandığını ortaya koydular.

Sözleşme karşıtı hareketin büyümesi

İlerici yasal çerçeveye rağmen, aşırı sağ popülistler son yıllarda daha cüretkar hale geldi. Ailelerde kadın ve erkeğin arasında doğal bir iş bölümü olduğunu, aileleri ve Türk kültürünü korumaya çalışmamız gerektiğini iddia ederek toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorununu siyasi tartışmalardan bertaraf etmeye yönelik girişimler giderek artıyor.

Örneğin, faillerin mağduru suçlama stratejileri, haksız tahrik veya iyi halle ilgili yasal hükümleri kötüye kullanan ceza mahkemelerinde giderek daha çok işe yarar oldu. Alt mahkemeler, Türkiye’nin anayasa mahkemesinde toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti önlemeye yönelik mevcut mevzuata itiraz etti ama başarılı olamadı. 2016 yılında, reşit olmayanla cinsel ilişki suçunun faillerine verilen cezaların ertelenmesine yönelik bir yasa teklifi gündeme getirildi. Savunuculuk gruplarının “tecavüzcüyle evlendirme yasa teklifi” ya da “yasal tecavüz yasa teklifi” olarak adlandırdığı değişikliğin destekçileri, reşit olmayanla cinsel ilişkide bulunan erkeklerin cezalandırılmasına karşı çıkarak her iki tarafın rızasıyla kurulan aileleri koruduğunu iddia etti. Muhafazakar kadın gruplarının temsilcileri de dahil olmak üzere sivil toplumdan gelen kitlesel protestolar ve eleştirilerin ardından hükümet teklifi geri çekti.

Bu hamlelerle eş zamanlı olarak, sağ cenahın İstanbul Sözleşmesi’nin “tehlikelerine” yönelik saldırıları da gitgide artmaya başladı. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu 2019 yılında “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” etiketiyle bir sosyal medya kampanyası düzenledi. Bu kampanya sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler ve yerel yönetimler tarafından büyük ilgi gördü. 2020’de  feministler, cenazelerde yas tutanların yakalarına taktıkları aile içi şiddet mağdurlarının fotoğrafları arasında yer almak istemediklerini belirterek kendi siyah beyaz resimlerini yayımladı ve #ChallengeAccepted kampanyası başlamış oldu. Kampanya uluslararası destek gördü ve birkaç gün içinde Instagram’da bir akıma dönüştü. Feminist örgütler, aşırı sağın sözleşmeden çekilme taleplerine karşı topyekun mücadele etmek için Eşitlik için Kadın Platformu (EŞİK) adlı bir platform oluşturmak üzere Ağustos 2020’de bir araya geldi. Platform aynı zamanda, kadın haklarının benzer saldırılara uğradığı çeşitli ülkelerden kuruluşlarla ulusötesi bir savunuculuk ağının da parçası oldu.

Bu arada, Türkiye’deki anketler, namus için kanun dışına çıkılabileceğini düşünenlerin oranında ciddi bir düşüş (son on yılda yüzde 45’ten yüzde 21’e düştü) olduğunu gösteriyor. Benzer şekilde, aile içi şiddetin kabulünde de düşüş yaşanıyor (son beş yılda yüzde 20’den yüzde 6’ya düştü). Eylül 2020’de İstanbul Sözleşmesi’ni bilenlerin yüzde 84’ü ise olası bir geri çekilmeye karşıydı. İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) içinde bile birçok kişi sözleşmeyi savunan bir pozisyon aldı.

Güçlü bir feminist savunuculuk geleneği sayesinde toplumsal normlar daha ilerici hale geldikçe, sağ cenah daha yüksek sesle tepki gösteriyor. Dolayısıyla Türkiye’deki durum oldukça karmaşık.

Geri çekilme ve demokratik direniş

Toplumsal muhalefet düzeyi, Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin meşruiyetini sorgulatıyor. 20 Mart’tan sonra hükümet liderleri kararın geri alınamaz olduğunu iddia etti. Yine de, polis şiddeti ve salgın riskine rağmen insanlar protesto için sokaklara döküldü. Direniş gösterilerle de sınırlı kalmadı. Kişiler ve dernekler, Türkiye siyasi tarihinde görülmemiş bir şekilde stratejik davalar açtı: Kadın platformları, vatandaşlar ve 77 baro, Danıştay’a binlerce iptal davası açtı. Muhalefet partileri CHP, İYİ Parti, DEVA ve HDP de itirazlarını dile getirerek dava açarken, TÜSİAD da geri çekilmeye karşı bir bildiri yayınladı.

Son zamanlarda, sağ cenahtan bazı yorumcular, sözleşmeye yönelik tepkiyi küreselleşme ve Avrupalılaşma ile bağlantılı, yukarıdan aşağıya politika yaklaşımına bir tepki olarak gerekçelendirdiler. Türkiye’de toplumdan yeterli desteği görmediği için kadın politikalarının önemli bir “demokrasi açığı”na işaret ettiğini iddia ediyorlar. Buna iddiaya göre, Türkiye’de cinsiyet eşitliğini teşvik etmeye yönelik herhangi bir eylem, uluslararası taahhütlere ve “itaatkar hükümetler” ile “bürokratik seçkinlerin” çalışmalarına dayanıyor. Dolayısıyla bu açıklamada, sözleşmeye yönelik tepki, vatandaşların demokrasi açığı konusundaki endişelerini dile getirme ve kamu politikalarının oluşturulmasına katılım talep etme vakası olarak sunuluyor.

Ancak, bu argüman sadece mantıksız değil, 2012’de İstanbul Sözleşmesi’nin mecliste oybirliğiyle onaylanması ve sözleşmenin arkasındaki toplumsal desteği gösteren son anketler, yaygın protestolar ve geri çekilmeye karşı yapılan açıklamalar ve AKP’nin kendi içindeki bölünmeler göz önüne alındığında aynı zamanda tartışmalıdır da. İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme hamlesini, aşırı muhafazakar grupların hükümette kritik pozisyonları ele geçirmesi ve bir kutuplaşma siyaseti yoluyla onları korumaya çalışmasıyla açıklamak daha yerinde olur.

Geri çekilme kararına karşı yürütülen dava kampanyasına baroların desteği de önemli. Aslında Cumhurbaşkanlığı kararıyla uluslararası bir sözleşmeden tek taraflı olarak çekilmek mümkün değildir. Hükümet, Cumhurbaşkanına uluslararası anlaşmaları tek taraflı olarak feshetme yetkisi veren son derece tartışmalı bir kararnameye atıfta bulunarak bunu haklı çıkarmaya çalıştı. Ancak Cumhurbaşkanlığı kararı, yasal mevzuatın yerine geçmekten ziyade onun uygulanmasına yönelik basit bir idari emirdir. Dolayısıyla çekilme, Anayasa’nın 90. maddesinde belirtilen kurumsal güçler dengesini ve ilişkili normatif hiyerarşiyi ihlal etmektedir.

Türkiye 2017 yılında başkanlık sistemine geçmiş olsa da, Anayasa hala hem uluslararası anlaşmalar hem de medeni haklar üzerinde parlamentoya münhasır bir yetki veriyor. Ayrıca, Anayasa, uluslararası insan hakları sözleşmelerinin yasal mevzuatın üzerinde bir önceliğe sahip olduğunu kabul ediyor. Dolayısıyla bu hamlenin hukuk sınırları içinde dahi meşruiyetinin olması pek mümkün değildir.

Demokratik gerileme

Sözleşmeden geri çekilmenin Türkiye’nin geniş siyasi bağlamı için de önemli sonuçları var. Özellikle, hükümetin hukukun gereklerini yerine getirmeyip tartışmalı kararlar alma eğiliminin artması demokrasiyi çökertiyor.

Örneğin, hükümet yakın zamanda iki seçim kaybettikten sonra yeniden seçimi  zorladı: 2015’teki genel seçimler ve 2019’daki İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi. Bu arada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği sivil topluma, bireysel insan hakları savunucularına, gazetecilere ve diğer muhaliflere karşı çok sayıda saldırı ve karalama kampanyası tespit etti. Hükümetin, Türkiye’nin bağımsız medyasına karşı başta terörle mücadele mevzuatı olmak üzere ceza hukukunu kapsamlı bir şekilde kullanması sonucunda Türkiye, Avrupa Konseyi ülkeleri arasında tutuklu gazeteci sayısının en fazla olduğu ülke haline geldi. Buna karşılık, organize suç örgütü liderleri siyasi muhalefeti tehdit eden görünür figürler haline geldi. Türkiye’de devam eden ekonomik ve finansal kriz, özellikle Covid-19 salgını bağlamında, gitgide daha çok kişinin başkanlık sistemine geçişi sorgulamasıyla, hükümetin popülaritesini azalttı.

Bu gelişmeler göz önüne alındığında, Ayasofya’nın beklenmedik bir şekilde camiye dönüştürülmesi gibi, sözleşmeden aniden çekilme de, hükümetin daralan siyasi tabanını tahkim etme girişimi gibi görünüyor. Başka bir deyişle, taktiksel hamleler, Türkiye’nin aşırı sağından destek almayı ve AKP’nin yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması için ihtiyaç duyduğu sağdaki küçük siyasi partilerin seçmenlerini çekerek muhalefet bloğunu bölmeyi amaçlıyor.

Bu fevri hamleler, hükümetin yeni bir anayasa çağrısıyla da ilgili olabilir. 2017’deki anayasa değişiklikleri Cumhurbaşkanının yürütme gücünü artırmış ve demokratik gerilemeyi hızlandırmış olsa da, Türkiye’de şu ana kadar kurumsal yapı ve sivil denetim tam anlamıyla çökmedi çünkü parlamentodaki muhalefet ve sivil toplum canlılığını koruyor. Hükümetin fevri ve keyfi eylemleri, parlamentoyu yetkisiz hale getirmeyi ve demokratik gözetimi daha da aşındırmayı amaçlıyor olabilir. Kamusal tartışma olanaklarını kapatmak, daha gerici bir anayasa getirmeye yönelik daha kapsamlı bir projenin parçası olabilir.

Ulusötesi bağlam

Hükümetin çekilme kararına, “kültürümüze” ve “geleneklerimize” yoğun göndermeler eşlik etti. İroniktir ki, elbette özgünlük ve kültürel farklılığa yapılan bu tür göndermeler, cinsiyet eşitliği ve kadın haklarının aşırı sağ karşıtları arasında her yerde yaygındır. Başka bir deyişle, özgünlük ve homojenlikle tanımlanan kimlik iddialarına dayanmasına rağmen, sözleşmeye tepki ulusötesidir. Örneğin Türkiye hükümeti, Polonya’nın aşırı muhafazakar gruplarının, ülkenin ‘geleneksel’ değerlerini LGBTQ+ haklarına karşı koruma çağrısına ve Macaristan, Bulgaristan, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin sözleşmeyi imzalama yönündeki çekincelerine atıfta bulunarak kararını meşrulaştırmaya çalıştı.

Türkiye’nin çekilme kararı, Avrupa’daki diğer liberal olmayan hükümetlerin uluslararası taahhütlerinden aniden vazgeçmelerine örnek teşkil ediyor. Aşırı muhafazakar güçlerin başka bağlamlarda Türkiye’nin geri çekilmesini, İstanbul Sözleşmesi’nin “cinsiyet ideolojisini” pekiştirdiği ve “aile yapısını bozduğu” yönündeki iddialarını geçerli kılmak için kullanma riski vardır. Sonraki aşamalar, yalnızca Türkiye için değil, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayalı, Avrupa’da 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni düzeninin geleceği için de çok kritik bir öneme sahiptir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği, ulusötesi düzeyde kamusal tartışma ve politikaların merkezinde yer alır, çünkü demokratik erozyon girişimleri genellikle gerileyen siyasi bağlamlarda filizlenir. Cinsiyet eşitliğine karşı sağcıların tepkisi, onu hayati bir mesele ve taban siyasetiyle ilişkili hale getiriyor, ancak aynı zamanda eşitlikçi kazanımların kritik bir uğrakta olduğunu da gösteriyor. Türkiye’de muhafazakar hükümetin birdenbire sözleşmeden çekilmesini, ülkeye özgü bir tepki olarak görmemeliyiz; bunun yerine, ulusötesi etkileri için bu tepkiyi dikkatle analiz etmeliyiz. Diğer sağ popülist hükümetleri ve ulusötesi cinsiyet karşıtı ağları teşvik ederek etkisi kolayca yayılabilir. Bu gerçekten gerçekleşirse, Pekin Eylem Platformu ve 2030 Gündemi gibi diğer uluslararası taahhütler sayesinde kadınların insan hakları alanında binbir mücadeleyle elde ettiği kazanımları bile tehdit eden güçlü bir tepkiye dönüşebilir.

Kültürel farklılıklara göre hak meselesinin nasıl konumlandırılacağı konusunda bu gelişmelerin sonuçlarını da dikkate almalıyız. Popüler eleştirel tartışmalar şu anda kültürel çeşitliliği kabul etmek adına Avrupa merkezli bir bakış açısını reddetme eğilimindedir. Ancak gerici rejimler altında yaşayan feministlere ve hak savunucularına yeterli ilgiyi göstermiyorlar. Çokkültürlülük basitçe ele alınarak, yalnızca toplumlar arasındaki sözde farklılıkları tanır ve toplumun içindeki farklılıklarla birlikte hiçbir kültürel talebin sabit veya tartışılmaz olmadığı gerçeğini göz ardı ederse tehlikeli olabilir.

Kültürel çeşitliliğe ilişkin böylesine basite indirgenmiş bir argüman, her toplumda bazı insanların hegemonik kültürel uygulamaları belirlemek adına orantısız güce sahip olabileceği gerçeğini gizleyebilir. Bu da sağcı seslerin “Batılı” olarak tanımladığı hakları talep eden kadınların seslerinin daha az duyulması, taleplerini dile getirmek için daha fazla risk almaya başlamasıyla, orantısız güce sahip olanların ise o toplumun ‘özgün’ kültürünü yüceltebilmek adına daha da küstahlaşabilmesiyle sonuçlanıyor.

Kültürel farklılık ve gelenek argümanlarını kullanan kişilerin, ezilen grupların haklarını talep etmelerini önlemek için benzer söylemleri kullanan ulusötesi güçlerin bir parçası olabileceklerini hatırlamak önemlidir.

Türkiye’de sivil toplumdaki ilerici güçlerin, özellikle feminist grupların, hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına ve hükümlerine yönelik tepkilere nasıl direndiğini özetledik. Bu gelişmeler, gerici rejimler altında yaşayan ve haklarının kültürel farklılık ve gelenek fikirlerinin gölgesinde kalmasını istemediklerini söyleyen insanları daha dikkatli dinlemenin gerekliliğini göstermektedir.

Bu talepleri dile getirenler ne Batılılaşmış ne de seçkin zümreden geliyor; daha ziyade dünya çapında milyonlarca insanın demokrasi ve cinsiyet eşitliği talep ettiğini doğruluyorlar. Deneyimleri de bize, farklı kültürel pratiklerin yüceltilmesi ile hak taleplerinin göz ardı edilmesiyle, bazı toplumlardaki gerici söylemlere ve uygulamalara karşı muhalefetin birbirine karıştırılmasının gerçek tehlikelerini de göstermektedir.

Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.