Yüreğim dağlara, düşlerimi yoldaşlara emanet ettim…

Bir ekim akşamında paramparça olurken bedenin, bil ki o gece göğe düşlerin saçıldı. Her biri dört parçaya, dört parçada binlerce yüreğe, binlerce yürekten binlerce kaleme. Ölmek mi? Mümkün mü sence şimdi ve yorulmak, elbette hayır!

Reyhan Hacıoğlu

‘Bize verilen küçük el fenerini çıkarıyorum. Cennet, cennet ülkesinin ilk ayağı, ülkem Kürdistan’a vardığımı ilk kez bu kadar derinden hissediyorum, bütün hücrelerim ve iliklerime kadar. Arkadaşların söylediğine göre durmadan bağırmışım.’

Bu satırların yazarı olan kadın arkasında kocaman bir miras bırakarak ayrıldı aramızdan. Varlığı kadar yokluğu da çok şey anlatmaya yetecek kadar görkemli bir yaşam, onurlu bir mücadeleyle geçti hayatı. Evet, başka bir hayatı elbette mümkündü birçokları gibi ama o halkı için direnmeyi seçti… Adını aldığı koca bir hasreti vardı ülkesine, ülküsüne. Yol uzun ve yorucuydu ama o bu yolda ne yıldı ne de düştü. Aksine mahkeme salonlarında hep dik durdu, direniş alanında ise ayakta kalmayı bildi.

Gurbetelli Ersöz. Başka bir hayatı mümkün olan ancak halkı ve ülkesi için bir düşe gönül veren, o düş için can veren bir gazeteci. Türkiye’nin ilk kadın genel yayın yönetmeni. Kendisine ve halkına karşı her türlü kötülüğü reva görenlere de meydan okuyan kadın. Sadece 32 yıl yaşayabildik aynı göğün altında onunla. Ve göğü delen kurşunlar 1997’nin Ekim ayında buldu onu. Daha doymamıştı üstelik ülkesine.

Kimyacıydı aslında ve akademisyen ama Çernobil ve Halepçe tam da yüreğinin ortasına atılmıştı sanki. Halkların yok edilmesi ve bunun emek verdiği mesleği eliyle yapılıyor olması onda çelişkileri derinleştirdi. Artık düzenin içinde bir düzen kuramazdı. İşte “Güneş ülkesine yolculuk’’ böyle başladı. Bu yolda tutuklanacak, işkence görecek ama yılmayacaktı. Özgürlük kolay değildi elbette, farkındaydı o da. Ve her sözü buna verilmiş bir yemindi sanki.

Gazeteci Nadire Mater ile 1994’te yaptığı ancak ölümünden sonra 30 Kasım 1997’de Cumhuriyet Dergi’de yayımlanan röportajda söyledikleri, onun direnişinin hikayesi aslında, “Öyle çok işkence yaptılar ki, ya ölecek ya da PKK’li olmayı kabul edecektim. Ben yaşamayı seçtim” diyordu.

“Elazığ, Palu, Ziver Köyünde doğmuşum, bir dağ köyü, 1993’ten bu yana yok, çünkü…” diyor yine aynı röportajda. Bu sözleri Kürt halkının gerçekliği ve yüreğini dağlara nakşettiren duygusu da oluyor aslında.

Gurbetelli, başarılı bir öğrenci ve lise yıllarında hukuk ya da uluslararası ilişkiler okumayı istiyor, Kimyayı kazanınca çok seviniyor. Yüksek lisansını çevre ve enerji konusunda tamamlıyor. Araştırma görevlisi olarak çalıştığı Çukurova Üniversitesi’nden bu duygularla ayrılıyor, birkaç ay sonra da PKK üyeliği iddiasıyla gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve iki yıl cezaevinde kalıyor. Çıkınca başlıyor gazeteciliği ve aslında hiç bitmiyor.

Nelere tanık olmuyor ki kısa sürede, ölümler, bombalamalar, kayıplar, faili meçhuller… “İnsanlara gazeteyle ulaşmak daha kolay. Her zaman çok iyi bir gazete okuruydum, haber yazmayı çok çabuk öğrendim. Günlük gazeteleri okumadan önce, muhabirlerin ölüm, gözaltı ya da kaybolma, el konan, dağıtılmayan gazete haberleri geliyor” diyordu röportajın devamında.

Zordu işi ve biliyordu o da “Gün avukatlarla toplantılar, telefonlarla bürolardaki gelişmeleri öğrenmek, basın açıklamaları yapmakla başlıyor; açılan ve süren davalar ve ifade vermeler… Yani, haber toplantılarına katılmak bile imkânsızlaşıyor zaman zaman.”

“Özgür Gündem aykırı bir gazete, biz sorunlara farklı bakmaya çalıştık, bu cesaret istiyor. Mükemmel demiyorum, ama farklılığı kaba da olsa yakaladık, Kürt gazetesi olarak nitelendirildik” diyor Gurbetelli, ‘Kürt sorunu yok’ dendi, biz, bu bir gerçeklik dedik, şimdi basın da ‘Kürt sorunu var’ diyor. MGK basına brifing veriyor. Böyle bir şey hangi ülkede olabilir? Muhabirin iyi niyeti yetmiyor. Ortaya konan ürünün neye hizmet ettiği önemli. Basın gerçeği yazsaydı, bu kadar insan ölmezdi” diyecek kadar da halkının acılarına adamıştı kendini. İşte böyle bir kadın geçti aramızdan…

Bizler bugün binlerce Kürt kadın gazeteci olarak her ekimde senin şahsında, açtığın yolda ne yapmamız gerektiğini bir kez daha tekrarlıyoruz kendimize. Zor mu? Seninki kadar olmasa gerek. Ama bir halkın acılarına tanık olmak, ortak olmak, sesleri olmak da çok ağır elbette. Ve sadece Kürtler de değil üstelik, öyle acılar var ki halklara çektirilen yoldaşım. Bıraktığın kamerayı ve kalemi onlar için de tutuyoruz bugün. Bir halkın basını olmak ve hele kadın gazetecisi olarak bunu yapmak yorucu hayli. Ama biliyoruz, biliyorsun sen de. Direnmek nedir sen halkından, biz senden gördük, öğrendik…

 

Gözün arkada kalmasın. Ülken “sahipsiz” düşlerin “kimsesiz” kalmayacak ve sen Güneş’e yol alırken, bizler bıraktığın inançla HAKİKAT için direnmeye devam edeceğiz. Nüjiyan’dan Deniz Fırat’a, Ayfer Serçe’ye çok oldu senden sonra gidenler, senin izinde bize ışık olanlar… UNUTMAK MI, mümkün mü sence?

 

İlkler sana göreydi sen ilklere göreydin yoldaşım, ilkelerin vardı ve elbette taviz verilmez önceliklerin. O yüzden bir ekim akşamında paramparça olurken bedenin, bil ki o gece göğe düşlerin saçıldı. Her biri dört parçaya, dört parçada binlerce yüreğe, binlerce yürekten binlerce kaleme. Ölmek mi? Mümkün mü sence şimdi ve yorulmak, elbette hayır!

 

/Yeni Yaşam/