Yeni Sağ Hükümet Politikaları ve Küresel Feminizm Çağrısı

Akademisyen Hülya Şahin, yeni sağ siyaseti benimseyen hükümetlerin stratejik ve ideolojik temellerinin ancak küresel kadın dayanışmasıyla sarsılabileceğini söylüyor.
“Dünyanın bambaşka yerlerinde adını hiç bilmediklerimizle ortaklaşa bir mücadele vermek zorundayız. Bir ülkede yaşanan eşitsizlik problemi, başka bir ülkede de pek yakında yaşanacak. Feminist bir gelecekle kurtarmak, kurtulmak ve çoğalmak mümkün.”

Muhafazakarlık, insanlar arası doğal bir eşitsizlik olduğunu benimseyen, geleneksel yapılara sırtını dayamış, toplumsal cinsiyet politikaları üzerinde oldukça etkili siyasi bir ideolojidir. Çıkış noktasına bakıldığında, refah devleti döneminde oluşturulmaya çalışılan toplum düzeninin sürdürülebilmesi adına kadınlar üzerinden geliştirilen politikaları görürüz. Kadınlar hem yeniden üretimin sağlanabilmesi için ev-içi ücretsiz bakım emeği sunmalı hem de biyolojik yeniden üretimin bir parçası -hatta her şeyi- olarak toplumun anası, gelecek neslin inşacısı konumundadır. Yeni muhafazakârlık ise aile, din ve cemaat gibi geleneksel yapıları miras alarak, liberalizmle çıktığı bu uzun soluklu yolda varlığını sürdürmektedir.

Tüm dünyanın mücadeleye devam ettiği pandemi koşulları ile neoliberalizm, yeni muhafazakârlık ve koşulları yeniden sorgulanmaya başlandı. Sadece kendimizi düşünerek değil, toplumun her parçasını düşünerek hareket etmek zorunda kaldığımız, çizilenlerle yaşananların birbirini hiç tutmadığı bir topluma açtık gözlerimizi. Pandemi, kırgınlıklarında kesişenleri, ataerkil şiddeti ve türlü erkeklik biçimlerini gözler önüne serdiği gibi, otoriter sistemlerin şiddetini artırarak milliyetçi, aileyi kutsallaştıran ve kadını, yaşlıyı, diğer cinsel yönelimleri ikincilleştirerek değersiz kıldığı bir yapılanmayı da gördük. Dünyanın her yerinde popülist, sağcı liderlerin baskıcı modellerinin türlü uygulamalarına şahitlik ettik. Pandemi koşullarının mecburiyetleri, otoriter hükümetlerin keyfiyetlerine dönüştü. Polonya’da kürtaj yasağı ve süren protestolar, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi ve beraberinde gelen dayatmalar çarpıcı örnekler olarak karşımızda.

Bu bağlamda, yazımın ilk kısmında neoliberalizm ve aile üzerinden kadın bedeninin kontrol edilmeye çalışılması, Polonya’daki kürtaj yasağı ve Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden cumhurbaşkanı kararı ile ayrılmasından söz edeceğim. Her yıl mart ayında düzenlenen Kadın Statüsü Komisyonu oturumlarından altmış beşincisi bu yıl pandemi koşulları nedeniyle sanal olarak gerçekleştirildi. Bu toplantılar arasında Polonya, Bulgaristan, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nden konuşmacıların katıldığı ve “İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Saldırılar; Devam Eden Kadın Mücadelesi” başlıklı panel oldukça ilgi çekti. Polonya’dan Zuzanna Krzatala Humanity in Action adına, Bulgaristan’dan Genoveva Tisheva Gender Research Foundation adına, Türkiye’den Hülya Gülbahar Eşitlik için Kadın Platformu adına, Amerika Birleşik Devletleri’nden Rosalyn Park Advocates for Human Rights adına katılım gösterdi. Bu panelde vurgulanan noktalardan destek alarak yeni sağ ve neoliberal politikaların aile, nüfus ve kürtaj politikaları üzerindeki etkilerini tartışacağım. Son olarak, ailenin, muhafazakârlığın ve neoliberalizmin günümüz koşullarından bağımsız düşünülmemesi gerektiğinden hareketle, yaşananların feminizm açısından nasıl bir çağrı olarak değerlendirilebileceği ve birlikte yaşayabilmenin imkânında birbirimize akraba oluşumuzun, pandemi ile birlikte açılan bu yolda nasıl asla yalnız yürümeyeceğimize dair bir tartışma yürüteceğim.

Muhafazakârlık ve Aile İlişkisi

Yeni sağ siyaseti benimseyen hükümetler vatandaşlarını geleneksel yapılara bağlı kalarak belirli gruplara entegre eder (Larner, 2000). Bu gruplar bazen aile olabildiği gibi bazen milliyetçilik ideolojisine bağlı kimlikler de olabilmektedir. Bu geleneksel yapılardan aile, ön plana çıkan en önemli gruptur. Hatta öyle ki muhafazakâr ideolojilerde toplumu oluşturan en küçük yapı birey değil, ailedir. Bu yapı içerisinde kadın ise kız evlat, eş ve anne gibi rollerle toplumsal dayanışmanın ve toplumun devamının garantisidir (Özgün, 2014). Sosyal hizmet anlayışının değişmesi ve sosyal yardımlardaki azalışla birlikte kadınların yoksullaşmaya başladıklarını söylemek yanlış olmaz. Devlet benimsemiş olduğu ideoloji gereği bakım yükünü kadınlara devreder. Ailenin görevi, toplumun devamlılığı için çocuklar dünyaya getirmek ve onları toplumsal normlara uygun bir şekilde yetiştirmektir. Bu kurulu düzen içerisinde aileye gelecek her zarar aslında devlete karşı işlenmiş bir suç gibi muamele görebilmektedir. Bu yapı içerisinde, doğum politikalarının denetimi, ailenin kutsallaştırılması, boşanmanın engellenmesi gibi müdahaleler devletin kendisini yok edecek olan tehditlere karşı savunması olarak okunabilir (Winker, 2005).

Burada bir başka görev devrinden de bahsetmek mümkündür. Devlet kadının yurttaş olarak korunmasında üstlenmesi gerekenleri ataerkil gücün de kendisine verdiği yetkiye dayanarak aile kurumu aracılığıyla işbirlikçisi olan erkeğe devretmektedir. Türkiye’de bu devir işlemi karşımıza sıklıkla “emanet” kavramı ile birlikte çıkar. Kadınlar daima bir başka erkeğe emanet olarak tasvir edilirler. Bu söylemin toplum içerisinde duyulduğu gibi siyasiler tarafından pekiştirildiğine de şahit oluruz. Örneğin cumhurbaşkanının 23 Kasım 2018 tarihli III. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi Açılış Konuşması’nda söylediği “Hiçbir kadınımızın sahipsiz ve korunaksız kalmamasını sağlayacak tedbirleri aldık” cümlesi tam da bu doğrulamayı sağlar niteliktedir. Konuşmanın tüm seyri incelendiğinde kadınlara devletin korunma güvencesi temin etmesinden ziyade, erkekler tarafından korunmaya muhtaç olduklarına işaret etmektedir. Benzer şekilde yakında zamanda Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Yekta Saraç’ın “Üniversiteler, milletin kızlarını emanet ettiği, hocalarına ‘annelik, babalık yap, rehberlik yap’ diye emanet ettiği kurumlar. Burada öğrencilerimize herhangi bir şekilde yan gözle bakılmasına bile tahammül edemeyiz” sözleri, ürpertici bir popülizmin sağlaması niteliğini taşır. Bu yaklaşım, Avrupa’nın muhalefet sağ partileri tarafından paternalist liderlik altında sıklıkla kullanılmaktadır (Aslan-Akman, 2017). Benzer bir popülist yaklaşımın ve kadının ikincilleştirilmesinin Bulgaristan’da da olduğunu belirten “İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Saldırılar; Devam Eden Kadın Mücadelesi” paneli katılımcılarından Genoveva ise Bulgaristan’daki durumu açıklarken İstanbul Sözleşmesi’ni de içine alarak “milliyetçi, dinci, sosyalist ve solcu parti fark etmeksizin siyasi söylemlerin İstanbul Sözleşmesi’nin geleneksel aile yapısına aykırı olduğunu” öne sürerek “bu kötülüğünü durdurun” dediklerini belirtmiştir.

Nüfus Politikaları

Neo-muhafazakâr devletin doğum kontrolü sağlamayı istemesinde stratejik ve ideolojik bir temel yapı bulunmaktadır (Acar ve Altunok, 2013). Refah devletinin terk edilmesiyle boşalan hizmet açığı aile aracılığıyla kapatılmak istenir (Giddens, 1994). Ailenin sürdürülmesi geleneğin, dinin ve kültürün de aktarımı anlamını taşıdığından ideolojik bir öneme de sahiptir. Buna göre, hükümetlerin özellikle gençlere yönelik evlilik ve çocuk teşvikleri sıklıkla görülmektedir. Özellikle savaş sonrası dönemlerde kayıpların yerini alacak yeni nüfusun oluşturulmasında kadınlar üzerinde büyük baskılar oluşturulmuştur. Örneğin, Fransa bir dönem otuz yaşın üzerinde olan bekar erkek ve kadınlardan daha yüksek oranda gelir vergisi almıştır. İspanya ise boşanmanın yasallaştırılması karşısında direterek 1932’ye kadar baskısını sürdürmüştür. Nüfus artışı yönlendirmeleri savaş sonrası dönemlerde gerçekleştirilen tek uygulama değildir. Aynı zamanda kadının doğasından kaynaklı olduğu kabul edilen görevlerini yerine getirmek üzere ev-içine dönmesi konusunda baskı uygulamaları da görülmüştür. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri Soğuk Savaş sonrası dönemde televizyon yayınları, filmler ve kitaplar aracılığıyla kadınların sadece aile içinde eş olma ve annelik rolünü üstlenmelerinin en doğru karar olduğunu aşılamaya çalışmıştır (Sowerwine ve Grimshaw, 2004). Benzer şekillerde Vatikan’ın söylemlerinde de ailenin yüceltilmesi ve kadın ile erkeğin yaratılışlarından kaynaklanan yükümlülükleri layıkıyla yerine getirmesi vurgusu sıklıkla yapılmaktadır. Bu söylemde, ev-içi şiddet veya kadınların toplumsal cinsiyet eşitsizliği sonucunda meydana gelen sorunları da aile ile birlikte ele alınır. Bu sorunların tamamı mutlu ve sevgi dolu ailelerde çözüme kavuşacaktır görüşü ön plandadır.

“İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Saldırılar; Devam Eden Kadın Mücadelesi” başlıklı panel katılımcılarından Zuzanna, Polonya hükümetinin kürtaj yasası ve ülkenin toplumsal cinsiyet eşitsizliği tartışmalarında duruşundan bahsederken benzer uygulamalara değindi. Polonya hükümeti benimsemiş olduğu muhafazakâr politikalara uygun olarak geleneksel aileyi kutsallaştırıcı politikaları destekliyor. Zuzanna, “Doğal aileye evet, toplumsal cinsiyete hayır” şeklinde sloganlar kullanıldığını dile getirdi. İstanbul Sözleşmesi’ne aileyi marjinalize eden; kültüre, dine ve aileye zarar verici nitelikler yükleyerek aileyi kadın ve erkek arasındaki yegâne anlaşma olarak gördüklerini vurgulamıştı. Hükümet ev-içi şiddete yaklaşımda, herhangi bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği vurgusu olmaksızın, alkolizm ya da ev-içi şiddetle büyüme gibi patolojik sebepler göstermektedir. Polonya’da şiddete maruz kalan kadınların bunu bildirmek konusunda büyük çekince göstermekte olduklarını, bunun nedeninin ise beyanlarının dinlenmediği ya da beyanlarına inanılmadığı olduğunu dile getirmişti. Kadını birey veya aileden bağımsız bir vatandaş olarak göremeyen idareler açısından şaşırtıcı olmayan bir tablo olduğunu söylemek mümkün.

Zuzanna’nın belirttiği bir diğer önemli konu ise Polonya hükümetinin de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, hatta yeni bir sözleşme yapmak için işbirliği kurma çalışmaları içinde olduğuna işaret eden çeşitli belgelerin kamuoyuna sızdığıydı. Bu belgelerde Polonya hükümetinin kürtaj ve heteroseksüel evlilikler dışındaki tüm aile ve ilişki türlerini reddeden, yasaklayan söylemleri yer alıyor. Böylesi anlaşmaların ya da işbirliklerinin daha önce de gerçekleştirildiğini biliyoruz. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından nüfus geliştirme politikalarını konu alması planlanan eylem programı tasarlamak üzere düzenlenen Kahire Konferansı’na, kadınların üreme haklarının genişletilmesine karşı çıkan Vatikan ve İslâmcı devletlerin ittifakı damga vurmuştu (Finkle, 2014). Benzer bir işbirliği 1995 Pekin Konferansı’nda da kendini gösterdi (Kandiyoti, 2010).

Bu iki farklı dinî grubu bir araya getiren bir diğer konu ise, toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki kazanımlara karşı müdahalede bulunabilmektir (Yuval-Davis, 2003). Kadın ve erkeğin yaratılışlarından gelen rollerindeki adil dağılıma Vatikan tarafından yapılan ilk vurgu Pekin’deki Dördüncü Birleşmiş Milletler Konferansı’nda karşımıza çıkıyor (Şimga, 2019). Bu dindar yaklaşım toplumsal cinsiyet kavramının bütünüyle reddi olarak da kendini göstermiştir. Yaratılış temelli farklılıkların altını çizen Vatikan’a çok benzer bir tutum AKP tarafından “fıtrat” kavramıyla sergilenmiştir. Bu terim salt biyolojik unsurlara değil, aynı zamanda cinsiyetlerin zihinsel ve ruhsal ayrımlarına da vurgu yapmaktadır (Şimga, 2019).

Amerika Birleşik Devletleri’nden Advocates for Human Rights adına katılım gösteren Rosalyn Park ise konuşmasında İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan düşüncelerin çeşitli kurumlar ve aktörler tarafından desteklendiklerini belirtti. Dinci-sağ yönelimlerin aileyi kullanarak kadınların güçlenmesinin önünde engeller oluşturmaya çalıştığını vurguladı. Ayrıca bu aktörlerin toplumsal cinsiyet ideolojisini Truva atı gibi gördükleri yönündeki benzetmesi oldukça çarpıcıydı. Rosalyn bu aktörlerin anlaşma maddelerinden 12, 19, 5 ve 60’a özellikle karşı olduklarını belirtmişti. Bu maddeleri inceleyecek olursak, Madde 12/1 uyarınca, “Taraf devletler, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla, kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır”.

Muhafazakâr hükümetlerce, bu maddeye karşı çıkılmasındaki gerekçe, maddenin geleneksel değerlere zarar verebilecek olması şeklinde açıklanabilir. Yaratılış veya fıtrat gereği kadın ve erkek farklı görevlerle donatılmıştır ve böylesi yaklaşımlar bu düzeni bozmak ve insan neslinin devamı açısından tehlikelidir şeklinde yorumlanabilmektedir.

Yeni muhafazakâr devletlerin üzerine yetki ve sorumluluk almak yerine bunları aile kurumu aracılığıyla erkek vatandaşına devretmiş olduklarından bahsetmiştim. Devletin 19. ve 5. maddeyi genellikle birbirini destekler şekilde okuyup üzerine yükümlülük almayı istemeyerek bu maddelere karşı çıktığı görülmektedir.

/Hülya Şahin – Birikim/